İslam, insanın iradesini ne putlaştırır ne de öldürür. İslam, her hususta olduğu gibi irade hususunda da bir orta yol izler. İnsanın iradesini yüce Allah’ın (cc) rızası doğrultusunda kullanmasını ister. Günümüzde insanın temsil hakkıyla iradesini kullanma hakkı genellikle özdeşleştirilir. Oysa bu iki hak, birbirleriyle ilgili olmakla birlikte birbirlerinden farklıdır.
Temsil, daha çok istek ve itirazları duyurma ile ilgiliyken, iradeyi kullanma hakkı, bu istek ve itirazların gereğinin yapılmasıyla ilgilidir.
Temsil, bugünün dünyasında seçilmiş organlarda, meclislerde karşılık bulurken, iradeyi kullanma hakkı daha çok yürütme organlarıyla ilgilidir.
Temsil organlarında yer almak, bugünün dünyasında kesinlikle yürütmede yer almak anlamına gelmiyor.
Bugünün dünyası, temsil organlarındaki bir kişi veya yapıyı her şeye itiraz hakkı bile tanımaktadır. Dolayısıyla temsil organlarında yer almak; idarenin icraatlarına ortak olmak anlamına gelmiyor.
İnsanlığın idarenin karşısında veya içinde temsili yeni bir olay değildir. İnsanlığın tarihte ilk defa Batı’da temsil hakkına kavuştuğu iddiası, Batı medeniyetinin kendisini insanlık tarihi içinde insan lehinde anlamlandırma ve kendisine müstesnalık, nadidelik niteliklerini aramasının bir neticesidir.
İnsanlar, tarih boyunca idarenin karşısında veya içinde farklı yollarla da olsa temsil edilmişlerdir. Zaman zaman bir temsil problemi doğduysa da genelde değişen, temsil biçimi olmuştur.
Geçmişte toplumlar, kabileler halinde yaşıyorlardı, temsil de genellikle kabile reisleri nezdinden gerçekleşiyordu.
Bugünün dünyasında sınırlı alanlar dışında kabilecilik kalmadı; kabilecilik bir yönetim biçimi, kabile reisliği de bir temsil makamı olmaktan çıktı. Çünkü kabile diye belli bir mekanda yaşayan, birbirine akrabalık bağıyla bağlı, aile reislerinden oluşan küçük bir meclisi bulunan bir topluluk kalmadı. Şehre göç, yakın-uzak coğrafyalar arasında ulaşım hürriyet ve imkan aynı kabileden gelenler için mekan birliğini, dolayısıyla sorun ve anlayış birliğini ortadan kaldırdı. Bununla beraber insanlar yerleştikleri yerlerde yeni insanlarla, yeni yönetimlerle, yeni sorunlarla karşılaşıyorlar; insanların idareden istekleri oluyor, insanlar sorunlarının çözümünde isteklerinin karşılanma biçiminde karar sahibi olmak istiyor. Özetle, insanlığın idare karşısında veya içinde temsil ihtiyacı devam ediyor.
Tabii olarak, bu temsil ihtiyacının karşılanacağı mekanlar ve o mekanlara bir gidiş biçimi vardır. O mekanların kendisi veya onlara gidiş biçimi beğenilmiyorsa bunu en güçlü şekilde ifade etmek de yine ancak temsil sürecine katılmakla mümkündür.
İSLAM TOPLUMA TEMSİL HAKKI TANIDI
İslam bir idari nizam olarak topluma temsil hakkı verdi. İnsanlığa irade sahibi olduğunu ve bu iradesini ilahi rıza doğrultusunda kullanması gerektiğini peygamberlik zinciri içinde son kez hatırlatmak üzere gönderilen Resulullah (s.a.s) sadece önde gelen sahabelere veya sıradan Müslüman’a değil, münafık ve Yahudilere temsil imkanı tanıdı. Medine’de onların dahi kendilerini ifade ortamlarını oluşturdu.
İslam tarihinde, hilafetten krallığa geçiş musibeti yaşanırken temsil hakkı ağır bir darbe aldı. Nebi’nin (s.a.s) mescidinde her sahabe kendini ifade hakkına sahip iken Ensar ve Muhacirin önde gelenlerinin yanında Bilal, Ammar ve Selman gibi sahabeler de (Allah, hepsinden razı olsun) görüş beyan ederken, böylece toplumun ara kesimleri de bir temsil gücüne ulaşırken kraliyet döneminde neredeyse İslam öncesinin katı kabileciliğine geri dönüldü. Buna rağmen ihya dönemlerinde alimler üzerinden güçlü bir temsil mekanizması oluştu. Ömer Bin Abdulaziz’in istişareleri ve Selahahddin-i Eyyübi’nin idare tarzı, İslam’ın istişare emrinin yanında temsil hakkının da ihya girişimleri niteliğindedir. İlmi köklerini (medrese ve dergah geleneği) Zengi-Eyyübi çizgisinden alan Osmanlı’da da başlangıçta güçlü bir temsil mekanizması vardır. Ancak zamanla temsil mekanizması neredeyse yok oldu. Önce Müslümanlar kendi aralarında temsil hakkını yok ettiler, sonra dünya onların temsil hakkını yok etti. Uluslar arası sistem, Müslümanlara ne kendi coğrafyalarında ne de uluslar arası kurumlarda kendini ifade etme hakkını tanıdı.
Aşırı kısıtlamalar yüzünden dünya Müslümanlarının önemli bir kısmı, yakın bir döneme kadar, kendilerinin başına tayin edilen nizamlar karşısında belirlenen mekanlarda temsil hakkını kullanmadı. Bu tutumlarında aşırı kısıtlamaların yanında bunun gereği gibi yaşamama umutsuzluğu da vardı.
İslam dünyasını krallara ve ulusal sola teslim etme girişimlerinin iflas ettiği bugünün dünyası, Müslümanların daha geniş koşullarda temsil hakkı isteğini ve mücadelesine boyun eğiyor, henüz uluslar arası yapı içinde olmasa da kendi coğrafyalarında itiraz (muhalefet) hakkı ve kismı idare hakkı tanımak zorunda kalıyor. Bu gerçek karşısında Endonezya’dan Arnavutluk’a, Doğu Türkistan’dan Surinam’a dünya Müslümanları, (bazı her şeye harcı ve dışsal yorumcu kişi toplamalarından başka) hemen hemen ittifak halinde temsil hakkını yeniden ele alıyor.
1990’lı yıllara doğru, Hz. Ömer (ra)’in idare tarzına karşı Yezid’in idare tarzının meşruiyetini savunan nice esere sponsorluk yapan ya da o eserleri kral matbaalarında bizzat basıp yayan Suudi ve Körfez Krallıkları, varlığını korumak ve uluslar arası güçlerin İslam dünyası nezdindeki işgalini sürdürmek için temsil hakkı ile ilgili kuşku üretmeye devam ediyor. Müslümanların temsil hakkını elde etmediği günler ile o hakkın oluştuğu günlerdeki ortamı, İslam dünyası çapındaki internet ağları üzerinden yaymaya devam ediyor. Yezid’in Medine ehlini yok sayan kralcı kabileci-rüşvetçi yönetiminin meşru olduğuna dair bir şuur altı oluşturuyor.
BİR TEMSİL PROBLEMİ VAR
Batı’da temsil hakkı taleplerinin karşılık bulmasından kısa bir süre sonra daha 1800’lü yılların başında Osmanlıda daha çok Batılıların azınlıklarla ilgili dayatmalarıyla, temsil hakkı tekrar gündeme geldi.
Son Osmanlı devleti, temsil hakkı isteklerini Batı baskısından bağımsız ele alıp İslam hukuku üzerinden değerlendirmektense Batı’nın dayatmalarına endeksledi ve temsil hakkına karşı direndikçe kendi ülkesini dağıttı.
Trakya’da gerçek anlamdaki temsil, 1950’de mümkün oldu. Ancak “bu gerçek anlam”, ideal anlam değildir. Bu hem dünya genelinde hem de Türkiye özelinde temsil hakkına karşı geliştirilen hileleri barındıran özürlü bir gerçeklikti.
1950’den sonra sistem, halka temsil organları üzerinden Kapitalist düzenden uzaklaşmamak koşuluyla, ekonomide idareye katılma hakkını tanırken sosyal konularda (İslami-kültürel meselelerde) itiraz hakkını bile 163. maddeyle yasakladı.
Böylece idareye katılmada yarım bir hak doğarken temsil hakkında ise “bedenen var fikren yok” bir yapı oluştu.
Bunun en açık örneği, Ş.Said hareketine katılan ailelerin çocuklarının parlamentoya taşınmasıydı.
Onlar, Türkiye’deki değişime en sert itirazı yapmış ailelerin çocuklarıydı. Ancak onlar, bedenen Meclis’e giderken fikren gitmediler. Meclis’te sadece susup boşluk doldurdular ve ezici bir çoğunluğu, İslami itirazları dile getiren sonraki partilerin içinde asla yer almadı. Öyle ki bu yöndeki donanımı bilinen Abdulmelik Fırat bile Milli Selamet Partisi’nde değil, Adalet Partisi’nde siyaset yapıyordu.
Bu arada Milli Selamet Partisi’nin durumu da hâlâ aydınlanmayı bekleyen bir ilginçlikteydi.
Milli Selamet Partisi’nin Sivas-Malatya-Urfa hattının batısında milletvekili sayısı, bildiğim kadarıyla hiçbir zaman milletvekili sayısının toplam beşte birini bulmadı. Bölge MSP için bir oy deposuydu. Ama “gizli bir el” bölgedeki İslami şuurun istikrar içinde temsil organlarına yansımasına engel oluyordu. Örneğin Konya’da İslami şuura sahip bir kişinin oy tabanı ne olursa olsun o peş peşe belediye meclisine, il meclisine veya TBMM’ye aday gösteriliyor; onun siyaseti öğrenmesi, toplumun da zamanla onu tanıyıp ona güven duyması sağlanıyordu. Bu mekanizma 12 Eylül’de ağır bir darbe almasına rağmen Refah Partisi sürecinde pek çok ilin kalkınmasını sağlayan kadroları yetiştirdi.
Buna karşılık bölgede oy tabanı biraz güçlü olan bir ağa ya da hacca da gitmiş bir tüccar aday olunca İslami şuura sahip olanların önüne geçiriliyor, bir kez aday yapılan biri diğer seçimde aday yapılmıyor, ya da alt sıralara itiliyor, böylece şuur sahibi insanların istikrarlı bir siyaset zeminine ulaşması engelleniyordu.
Birkaç yıl önce bir seçim döneminde AK Parti’nin güçlü bir aday adayından duyduğum şu sözler, buradaki sırrı açıklıyor mu takdir sizindir: “AK Parti, yöremizin adaylarıyla ilgili öylesine sıkı bir güvenlik soruşturması yapıyor ki devlet, polis alımında onun yarısını yapmıyor.”
Bu bilgi doğruysa AK Parti, son seçimde bunu biraz olsun gevşetti sayılır ama o gevşetmenin neticesinde seçilen insanlar da bugün “ Bedenen Meclis’te var ama fikren yokturlar.”
Eski (Geleneksel) yapının nasıl sürdüğünü ise şu örnek herhalde açıklıyor: İlkokul mezunu bir aile reisi, 1980’den önce yörede etkin olan ulusal solcu KUK mensubu, 80’li yıllarda ANAP’tan bir ilçeye belediye başkanı oldu, başkan iken sol örgütle ilişkisi yönündeki kanaatin yaygınlaşmasının kendisinde yol açtığı endişeyle yurt dışına çıktı, 2004’te dönüp HADEP’in (eski BDP) listesinden belediye başkanı oldu, 2009’da aday gösterilmeyeceğini anlayınca MSP geleneğinin son partisinden aday oldu, kazanamayınca İstanbul’a gelip emekliliğini Aksaray’daki mekanlarda geçirmeye başladı. Bunun gibi sayısız örnek yörenin dindar seçmeninin önüne hep kondu; özenle seçilen olumlu örnekler ise hep istisna kaldı.
TEMSİL HAKKI TALEP EDEN BİR KİTLE VAR
Bölgenin sosyal sorunlarla ilgili temsil hakkını Kürtler arasında yaydırılan ulusal sola verme projeleri, Cumhuriyetin kendisine sosyal kökler oluşturduğu 1960 ihtilaline dayanıyor. Bu ihtilalin savunucuları, 28 Şubat’tan sonra Türkiye’nin yönetimini ele geçirdiler ve o ihtilalin bütün unsurlarını diriltme yoluna gittiler.
Bir gün bölge ile ilgili devlet kayıtları açıklanırsa şu gerçek ortaya çıkacaktır: Muhtemelen 1999 yerel seçimlerinden önce bölge ile ilgili uzun istihbarat ve ayrıntılı istatistik araştırmalarının neticesinde İslami şuura sahip kesimlerin bölgenin temsil hakkını elde etmek üzere olduğu kanaati oluştu. Bu “tehdidi” bertaraf etmek için 1960 ihtilali mantığıyla Kürtler arasında örgütlenen ulusal sola belediyelere hakim olma ve uygun zeminde Meclis’e yeniden gitme hakkı tanındı; ulusal sola bölgeyi sosyal konularda temsil görevi verildi.
28 Şubat’ın izleri Ankara-İstanbul’da silinirken bölgede pek çok sosyal projede 29 Şubatçılık hala sürüyor. 1960 model ulusal solunu, bölgenin tek meşru temsilcisi kabul etme projesi adeta resmi bir politikaya dönüşmüş, onların dışında kimseye sosyal sorunlarıyla ilgili konuşma hakkı tanınmıyor, konu ne olursa olsun onlar dışında kimsenin itirazları ciddiye alınmıyor. Dilediğiniz kadar “Mahkumlar niye Karadeniz illerine sürülüyor?” diye sorun, bu soruyu ulusal soldan biri Ankara’da sormadığı sürece Ankara cevap verme gereği duymuyor. Çünkü o yörenin insanıyla ilgili soru sorma ve itiraz hakkı yanlız onlara aittir.
Büyük bir kitle, sesi duyulsun istiyor. Oysa bugünün dünya gerçeğinde sesini duyurmak ancak seçilmiş olmakla mümkündür.
Bugün seçilmiş bir kişi olarak bir semt muhtarının sözü içerde ve dışarıda, bu özelliğe sahip olmayan yüz binlerin çığlığından daha çok karşılık buluyor.
Bu bir zorlama değil, dünyanın temsil hakkı konusunda vardığı noktadır.
İtirazını duyurmak isteyen temsil hakkını kullanmak için belirlenen ve pek çok ülkede (bazı sorunlara rağmen) çoğunluğun dileğine uygun gerçekleşen temsil hakkını kullanma yollarına başvurmaktan daha sağlıklı bir yol yoktur.
Temsil hakkı, bir insanlık ihtiyacıdır. İslam, insanın temel ihtiyaçlarının karşılanmasını teşvik ediyor. İslam, haksızlığa karşı itiraz ve hakkı talep girişimlerinin önünü açıyor.