Bilindiği üzere Cizre kadim bir şehirdir. Osmanlı'da “Mîr”ler vasıtasıyla idare edilirdi. “Mîr”in Türkçe karşılığı “Bey”dir.
Derler ki bu mîrlerden birinin zamanında, Nasır Ağa diye biri varmış. Emrinde yüz silahlı adam bulunurmuş. Korkusuz, yiğit biriymiş.
Mîr'in sarayında imamlık yapan kişi, Nasır Ağa'nın tehlikeli olduğu, silahlı adamları sayesinde isterse Mîr'i tahttan indirebileceği hususunda kendisini uyarmış. Alınması gereken tedbir ile ilgili olarak; “Sarayda düğün, merasim gibi bir etkinlik tertipleyelim. Nasır Ağa'yı yüz adamı ile birlikte davet edelim. Nasır Ağa ve adamları halaya girdiklerinde, onları ikişer ikişer çağırıp öldürdükten sonra, Belek Burcu'ndan aşağıya, Dicle Nehri'ne atalım”
Tasarlanan kumpas kurulmuş. Hiçbir şeyden haberi olmayan Nasır Ağa, yüz adamı ile birlikte düğüne iştirak etmiş. Dedikleri gibi adamlarını çağırıp, öldürmeye başlamışlar. Nasır Ağa durumun farkına vardığında sadece on adamı kalmış. O on adamı ile çarpışa çarpışa Cizre Mezarlığı'na kadar çekilmişler. Çok yorulan Nasır Ağa bir kulübeye sığınmış. Hiç kimse oraya girmeye cesaret edemiyormuş. Çözümü yine imam bulmuş: “Kulübenin etrafında ateş yakalım. İçeriye giren dumanla havasızlıktan ölecek.” Nitekim öyle yapmışlar ve Nasır Ağa boğularak ölmüş.
Sonra Nasır Ağa'nın hizmetçileri gelmiş ve Mîr ile görüşmüşler: “Mîr'im! Nasır Ağa bu şekilde öldürülecek biri değildi. Onun sana karşı bir itaatsizliği de yoktu. Siz onu savaşlara gönderseydiniz, sizin namınıza fetihler yapacak biriydi.”
Rivayetlere göre pişman olan Mîr, imamın dilini kesmiş. Bekâr olan kız kardeşini de, Nasır Ağa'nın ailesinden ihtiyar biri ile evlendirmiş ki bu soy devam etsin.
Yazının başlığı olan timsah gözyaşları, rivayetin sonunda devreye girmektedir. Aslında olan olmuş ve Mîr istediğini almıştır. Yani Nasır Ağa'dan kurtulmuştur. Tepkileri hesap eden Mîr, timsah gözyaşları döküp, kendisini halkın nezdinde temize çıkarmaya çalışmaktadır. İmam günah keçisi olarak seçilmiş ve iş bittikten sonra cezalandırılmıştır.
Peygamberlerin mizacında zulme karşı durmak gibi bir tavır daima olagelmiştir. Hz. İbrahim'in Nemrud'a, Hz. Musa'nın Firavun'a ve Hz. Muhammed'in Ebu Cehil'e karşı durduğu gibi.
Peygamber torunu Hz. Hüseyin de, Dedesinden (sav) aldığı miras ile Yezid'e karşı durdu. Çünkü İslami yönetim babadan oğula geçen bir saltanata dönüşmüş durumdaydı.
Ubeydullah b. Ziyad gibi acımasız bir vali ile karşı karşıya kalan Peygamber torunu, Kerbela denilen bir çölde paramparça edilerek şehid edildi. Bütün yetkilerini Yezid'in Sarayından alan İbni Ziyad, Re'y Valiliğine karşılık Ömer bin Sa'd'ı öne sürmüştü.
Öyle ya..! Peygamber evladına karşı Aşere-i Mübeşere'den olan Sa'd bin Ebi Vakkas'ın oğlundan istifade edilebilirdi. O da yukarıdaki imam gibi etiketli biriydi. Öyle ki İbni Ziyad'ın emri üzerine Ömer b. Sa'd, başsız kalan Hz. Hüseyin'in cesedini atlara çiğnetti. Sinan diye biri gelip Hz. Hüseyin'in başını gövdesinden ayırmıştı. Allah Resulünün torunu 33 mızrak ve 34 kılıç darbesiyle şehit edilmişti. Gövdeden ayrılan o mübarek baş, alacakları bahşiş için Ziyad ve Yezid'in huzuruna götürülecekti.
Hz. Hüseyin'in ve arkadaşlarının başları Şam'a götürüldü. Yezid'in timsah gözyaşlarının tam vaktiydi. Çünkü siyasi rakibinden kurtulmuştu. Günah keçisi olarak İbni Ziyad'ı ilan etmesi gerekiyordu. Kaynaklarımızda Yezid'in, Hz. Hüseyin'in başına gelenlere çok üzüldüğü, hadisenin bu noktaya gelmesinde İbni Ziyâd'ı sorumlu tuttuğu ve ona lanet okuduğu rivayetleri vardır.
Yani klasik timsah gözyaşları.
Hicri 10 Muharrem 61 günü, sayfaların Peygamber evlatlarının kanıyla yazıldığı tarihtir.