Allahu Teala, bir toplum kendi halini değiştirmediği müddetçe o toplumun içinde bulunduğu hali değiştirmeyeceğini vaad etmiştir.[1] Bunun üzerine diyebiliriz ki: Mesut ve mamur bir devir yaşayıp sonradan sefalete sürüklenen bir toplumun bu hale girmesi, o toplumun kendi davranışlarının bir sonucudur. Bunun gibi, sefaleti yaşayan bir toplumun bu halinden kurtulup saadete ulaşması da yine onun çabalarının bir sonucu olacaktır. Kısacası, saadet ve sefalette ‘toplumsal çaba’ belirleyici rol oynamaktadır. Saadetle sonuçlanacak yolun ilk adımı da toplumların saadet ve sefaletlerine sebep olan hususları tespit etmektir ki, böylece insanlar bir yol kılavuzuna sahip olsunlar.
Allah (cc)’a İtaat/İsyan
Toplumların saadet ve sefaletindeki en önemli etken; o toplumların Allah-u Teala’ya karşı gösterdikleri itaat ve isyanlardır. Kur’an-ı Kerim’de, özellikle de geçmiş kavimlerin kıssaları anlatılırken vurgulandığı gibi, Allah’a isyan eden toplumlar için sadece ahirette değil, bu dünyada da zorluk ve helak vardır. Öte yandan bir toplum inkâr yerine iman eder, takvaya sarılır ve Allah’ın emirlerine itaat ederse, Allah’ın nimetleri sadece Ahirette değil, bu dünyada da onun üzerine yağacak, saadet ve mutluluğuna vesile olacaktır. Ta-Ha suresinde buyuruluyor ki: “Benim Kitabımdan yüz çeviren bilsin ki onun dar bir geçimi olur ve kıyamet günü de onu kör olarak haşr ederiz.” (Ta-Ha: 124)
Bu husus daha başka birçok ayet-i kerimede zikredilmiştir.[2] Tüm bu ayeti kerimelerden anlıyoruz ki; Allah’a itaatin saadete, Allah’a isyanın da sefalete sebep olması, Allah-u Teala’nın kâinat için belirlediği bir kanundur. Bu kanun, geçmiş topluluklar için geçerli olduğu gibi, hem bizim hem de sonraki kuşaklar için geçerli olmaya devam edecektir. Bu konuda Ahzab suresinde şöyle buyuruluyor: “Allah'ın daha önce gelip geçenler hakkındaki nizamı budur. Allah'ın nizamında asla bir değişiklik bulamazsın.” (Ahzab: 62)
Allah-u Teala’nın kimi asi toplulukları çeşitli nimetlerle imtihan edip onlara mühlet tanıması[3] da bu kanuna zıt değildir. Çünkü hem verilen nimet az bir metadır, hem de yolun sonu helak ve azaptır.
Öze Dönüş/Taklit
İsrailoğullarının uzun yıllar çöllerde yaşamasının sebeplerinden birinin taklit olduğunu Kur’an-ı Kerim’den öğreniyoruz. Zira İsrailoğulları, Hz. Musa (as) öncülüğünde Mısır’dan çıktıklarında, yolda ineğe tapan bir topluluğa rastlayıp: “Ey Musa! Onların ilahları gibi bize de bir ilah yap!” demişlerdir.
Tarihi ve sosyolojik olarak taklidi inceleyenler, genelde mağlupların galipleri taklit ettiklerini tespit etmişlerdir. Bu tespit üzerine denilebilir ki; Mağluplar, içine düştükleri aşağılık kompleksinin sonucu olarak böyle şuursuz bir taklide girişirler. Oysa şuursuz taklit, kişinin boynundaki yular gibidir; onu insan olmaktan çıkarır; iradesini, aklını, fikrini, duygu ve düşüncesini iptal eder. Onu kişiliksizleştirir, şahsiyetini yok eder.[4] Mukallit toplumlar, doğru veya yanlış diye bir muhasebe yapmadan, taklit ettikleri toplumun tüm değerlerini alır. Dil ve kavramlarını kullanır, kahramanlarını, toplumuna kahraman olarak tanıtır. Sonuçta kendi benliğini kaybetmiş, ama taklit ettiği toplum gibi de olamamış hilkat garibesi bir yapı ortaya çıkar.
Bu tip toplumların bir başka vasfı da kanunlarıdır. Normal yapıdaki bir toplum, kanun düzenlerken tüm sosyolojik unsurları göz önünde bulundurmalıdır. Ancak mukallit toplumlar böyle yapmayıp özendikleri toplumun kanunlarını tercüme ederek halklarını bu kanunlara uydurmaya çalışırlar. Yani topluma uygun bir kanun yapmak yerine, kanuna uygun bir toplum oluşturmaya çalışırlar. Sadece bu uygulama bile taklit hastalığına müptela toplumların içine düştükleri hali anlatmaya yeter sanırım.
Şunu da vurgulamak gerekir ki, burada kast edilen taklit, bilim ve teknik alanındaki istifadeler değildir. Nitekim meşhur bir hadiste: “Hikmet, mü'minin yitik malıdır. Onu nerede bulursa almaya daha layıktır.” (İbni Mace, Tirmizi) diye buyuruluyor. Bizim kastettiğimiz taklit; bir toplumun din anlayışı, ahlaki yapısı ve giyim kuşama varıncaya kadarki yaşam tarzını bire bir kopya etmektir. Toplumları sefalete sürükleyen de budur.
Bu hastalığın tek çözümü, öze dönüştür. Aynı zamanda toplumların saadeti de bu şarta bağlıdır. Bir toplum; kendisini toplum yapan din, dil, tarih gibi kendine has değerlerine; gelenek ve adetlerine sarıldığı oranda diğer toplumlar nezdinde itibar kazanır. Aynı zamanda o toplumun bireyleri öz güvene sahip olur. Aksi takdirde itibarını da, öz güvenini de yitirir.
Allahu Teala, galibiyet ve başarıyı toplumlar arasında çevirip durur. Bugün önde olan, yarın gerileyebilir. Geri kalan da ilerleyebilir.[5] Ancak bir mü'min şunu unutmamalı ki her zaman için “İzzet Allah’ındır. Resulünündür ve müminlerindir. Fakat münafıklar bilmezler.” (Munafikun: 8)
Ahlaki Faziletler/Kokuşma
Toplumları sefalete sürükleyen etkenlerden biri de ahlaki kokuşmadır. Nitekim Lut Kavmi, içine girdiği sapıklık sebebiyle helak olmuşken[6], Hz. Şuayb (as)’ın gönderildiği Medyen Kavmi ise ölçü ve tartıda yaptıkları adaletsizlik ve haksızlık sebebiyle helak olmuştur.[7]
Bu hususlar bir toplumda yaygınlaştı mı, o toplum belalara, musibetlere ve sefalete sürükleniyor demektir. Allahu Teala, insanları yaratırken fıtrata yerleştirdiği duyguları meşru yollardan tatmin imkânı tanımıştır. Ancak şeytan, insanı fıtratından uzaklaştırmak için çabalamaktadır.[8] Cinsel sapıklıklar da şeytanın bu çabalarının bir sonucudur.
Bu bağlamda bir toplumun saadetine vesile olan en önemli kurumlardan biri olan aileye ve aile birliğine de değinmek gerekmektedir. Çünkü toplum yaşamındaki başarı ve bunalımların kökeninde aile vardır. Aile birliği başarının, ailenin dağılması da bunalımın kaynağıdır. Ailelerin dağılmasında etkili en önemli faktör de yaygınlaşan ahlaksızlıktır. Bir toplum saadet istiyorsa, ahlaksızlığa dolayısıyla ailelerin dağılmasına engel olmalıdır.
Ailenin -özellikle de üç kuşağın (dede-baba-çocuk) bir arada yaşadığı ailenin- bir başka faydası da toplumlardaki olumsuz değişim ve yeniliklere karşı en güçlü direnç mekanizmaları olmasıdır. Aile; toplumun en zayıf iki kesimi yani yaşlı ve çocukların barınma ve eğitim sorunları için de güvence durumundadır. Çünkü aile geleneğinin yaygın olduğu toplumlarda yaşlılar en çok ihtiyaç duydukları dönemde vefalı çocukların sevgi ve ilgisiyle ömürlerinin son dönemini geçirirlerken yeni nesillere tecrübe, görgü ve deneyimlerini de aktarabilmektedirler. Aynı şekilde aile ortamında büyüyen çocuklar da başka ortamlarda büyüyen çocuklara göre hem ruhi yapı, hem akli seviye hem de bedeni ve fiziki olarak çok daha üstündürler.
Bir ailenin en önemli üyesi hiç kuşkusuz annedir. Özellikle yeni nesiller yani tüm çocuklar ilk eğitimlerini annelerinden alırlar. Bu ilk eğitim kişi üzerinde o kadar derin iz bırakır ki, bunu hayat boyu gözlemlemek mümkündür. O halde denilebilir ki, bir toplumun sağlıklı, şahsiyetli ve seviyeli bireylerden oluşması bir bakıma annelere bağlıdır. Okumuş, şahsiyetli, bilinçli, dindar kadınlar/annelerin yetiştirilmesiyle sadece mevcut nesil değil; gelecek nesiller de kurtarılmış olur.
Ahlaki kokuşmalara yol açan hile, dolandırıcılık, yolsuzluk, rüşvet gibi kötülüklere set çekmenin tek yolu, insanlarda Allah korkusunu oluşturmaktır. Eğer Allah korkusu olmazsa, -herkesin başına bir muhafız da dikilemeyeceğine göre- bu kötülükleri toplumdan bütünüyle kaldırmak mümkün olmayacaktır. Sonuçta da toplumsal bir kokuşma ve yozlaşma baş gösterecektir. Ancak Allah’tan korkan ve yarın mahşer gününde kendisinden hesap sorulacağına yakinen inanan kişi, kimse görmese bile tüm bu kötülüklerden el çekecektir. Haliyle böyle bireylerden de faziletli ve erdemli bir toplum meydana gelecektir.
Sosyal Adalet/Dengesizlik
Kimi insanların zengin ve varlıklı, kimi insanların da yoksul ve fakir olmaları dünya hayatındaki imtihanın bir gereği olduğu gibi, sosyal hayatın da değişmez bir gerçeğidir. Ancak zengin ile fakir arasındaki dengesizlik normal seviyeyi aşıp büyük farklara ulaşırsa, o toplum tehlikede demektir. Çünkü ekonomik dengesizlik, toplumların birlik ve dayanışmasını ortadan kaldırdığı gibi hased, kin ve çekemezlik gibi duyguları körükler, sevgiyi ortadan kaldırır. Birbirinden kopuk ve farklı sınıfların ortaya çıkmasına yol açar. Bu ayrılık zamanla derinleşir; çatışmalara veya zenginin malını mubah gören düşüncelerin doğmasına kadar varabilir. Özellikle fakirler arasında, fakirliğin de verdiği sıkıntıyla özel mülkiyet karşıtı düşünceler rahatlıkla yaygınlaşır.
Mezkûr olumsuzlukların oluşmaması için İslam, zengini daha çok zenginleştirip fakiri daha çok fakirleştiren faizi yasaklar. Aynı zamanda faiz; emeksiz bir kazanç olduğu gibi kin ve düşmanlık tohumlarını da eker. Diğer taraftan zekât da emredilir. Çünkü zekât, hem zengin ile fakiri maddi olarak birbirine yaklaştırır hem de araya sevgi ve muhabbet koyar. Dayanışma ve birliği güçlendirir.
Bunlarla beraber infak ve dayanışmanın değişik vesilelerle teşvik edilip yaygınlaştırılması, cimrilik ve bencilliğin de sürekli olarak zemmedilip ortadan kaldırılmaya çalışılması da toplumların birlik ve saadetinde önemli bir yere sahip iki faktördür.
Bir tarafta normal bir ailenin yıllık geçimini gecede harcayan; öte tarafta çöplüklerden yiyecek toplayan insanların bulunduğu toplumlar, zaten bilfiil sefaleti yaşıyorlar demektir. Bundan kurtulmanın çaresi de sosyal adaletin tesisi, faizin yasaklanması ve zekât gibi İslami kurumların tam olarak toplumda oturtulmasıdır. Böylece toplumsal adalet, sonra da yaygın saadet tesis edilmiş olur.
Sorumlu Bireyler/Nemelazımcılık
Toplumu oluşturan insanlardır. Dolayısıyla özgüvene sahip şahsiyetli toplumlar ancak bu özelliklere sahip insanlar tarafından oluşturulur. Bunun için de öncelikle insanların yetiştirilmesinden işe başlamak gerek.
İnsanların şahsiyetinin oluşmasına etki eden faktörlerden biri de aldıkları eğitimdir. Düzgün ve köklü bir eğitim sistemiyle tarih bilincine sahip, özgüvenini kazanmış, fikri seviyesi yüksek, şuurlu insanlar yetiştirmek mümkündür. Elbette ki böyle bireylerden oluşan toplumlar da kısa sürede insanlık kafilesine öncü olacaklardır. Aksi takdirde geçmişini sürekli aşağılayan, dini dışlayan, toplumun ahlaki yapısına ters düşüncelerin işlendiği bir eğitim sisteminden şahsiyetli, şuurlu insanların yetişmesi mümkün değildir. Böyle bir eğitim ile yetişen insanların oluşturduğu toplumlar da ancak insanlık kafilesinin arkasından sürüklenirler, öncü ve sürükleyici olamazlar.
Toplumları sefalete sürükleyen etkenlerden biri de nemelazımcılık veya “Bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın” mantığı ile ifade edilebilecek düşünce yapısıdır. Bu düşünceye sahip insanlar kendilerini düzeltmeye çalıştıkları halde topluma karşı herhangi bir sorumluluk hissetmezler. Hâlbuki bunun yanlışlığı ortadadır. Çünkü bozuk bir toplumda kişinin kendini ve ailesini düzeltip kurtarması, dinini hakkıyla yaşaması mümkün değildir. Aynı şekilde mal emniyeti de söz konusu olmayacaktır.
Enfal suresinde şöyle buyuruluyor:
“Ve sizlerden yalnızca zulmedenlere isabet etmekle kalmayan bir fitneden korkup-sakının. Bilin ki, gerçekten Allah, (ceza ile) sonuçlandırması pek şiddetli olandır.” (Enfal: 25)
Bu ayet-i kerimeden anlıyoruz ki insanın sadece kendine yönelmesi yetmez. Ancak doğru olan, kişinin kendinden sorumlu olduğu gibi toplumuna karşı da sorumlu olmasıdır. Bu sebeple Allah-u Teala (cc), Kur’ani bir deyimle Emr-i bil maruf ve nehyi anil münker’i yani iyiliği emredip, kötülükten sakındırmayı mü’minlere farz kılmıştır.[9] Bu bilince sahip fertler, sadece toplumlarının değil, insanlığın da saadetinde önemli bir basamak taşı olurlar. Aynı zamanda kötülük ve sefaletin yaygınlaşmasına karşı da güçlü bir direnç gösterirler.
Dini Hayatta Denge/Aşırılık
Allah-u Teala, İslam toplumunu; “Vasat Ümmet” olarak tanımlıyor.[10] İslam toplumunun aşırılıklardan uzaklaşıp vasatı yakalaması ile ilgili özellikle de Peygamber Efendimizin (as), Yahudi ve Hıristiyanları kastederek; “Sizden öncekilerin yolunu adım adım, karış karış izleyeceksiniz”[11] uyarısını da göz önüne alarak diyebiliriz ki; bu iki toplumun düştükleri aşırılıkları tespit edip bunlardan uzaklaşmak İslam toplumunun hem dini yaşantısı hem de sosyal yapısı için bir zorunluluktur. Bu iki kesimin yoluna uymanın bir tehlike olarak varlığını ve büyüklüğünü bize gösteren başka bir delil de her namazda okuduğumuz Fatiha suresinin sonundaki duadır. Bu duada; “Bizi doğru yola yönelt. Nimet verdiklerinin yoluna. Gazaba uğrayanların ve sapıkların yoluna değil” (Fatiha: 6-7) deriz. Bu ayet-i kerime hakkında Peygamber Efendimiz; “Gazaba uğrayanlar Yahudilerdir. Sapıtanlar da Hıristiyanlardır”[12] diye buyurmuştur. O halde İslam toplumunun bu tehlikeden haberdar olması ve aşırılıklardan kaçınması vazifesidir. Bu aşırılıklar çoktur. Örneğin Hıristiyanlar ruhbanlığa soyunup dünyadan el etek çekerken[13] Yahudiler aşırı şekilde dünyevileşip hayata karşı en hırslı insanlar oldular.[14] İkisi de aşırılıktır. Yine Hıristiyanlar Peygamberlerini ilahlaştırıp[15] sapıklığa düşerlerken, Yahudiler peygamberlerini öldürerek[16] gazaba uğradılar. Yahudilerin; “Sana karşı gelen, yeryüzünden silinecektir” tavrına mukabil Hıristiyanların; “Bir yanağına vurana diğerini çevir” (Matta, V, 39) prensipleri de iki farklı aşırılıktır. Bu ve buna benzer tüm aşırılıklara karşı İslam toplumu, saadeti için vasatı yakalamalıdır.
İslam toplumundaki dini yaşantıda görülebilecek tehlikelere dikkat çekiyorsak, Müslümanlar arasındaki hizipçilik ve tefrikaya da değinmemiz gerekecektir. Müspet hareket edildiği sürece bu ayrılıklar zarar vermediği gibi her grubun toplumdaki farklı bir hastalığa yönelip tedavisi için ihtisaslaşması sebebiyle, bunun faydası bile görülebilir. Ancak birbirleriyle uğraşan, başkasını dışlayan gruplar da toplumun birlik ve saadetine zarar verecektir.
Sonuç
Topluma olumlu veya olumsuz yönde tesir eden etkenleri zikrettikten sonra dönüp diyebiliriz ki aslında her şahıs belirtilen diğer toplumsal sorumluluklarıyla beraber aynı zamanda kendine de yönelmeli, muhasebesini yapmalı, eksikliklerini gidermelidir. Yani olumlu bir değişim göstermelidir. Böyle yaptığı takdirde bu değişimden önce ailesi, sonra da çevresi etkilenecektir. Zaten toplumsal değişim de bireysel değişimin bir sonucu değil midir?
İnzar Dergisi
---------------------------------------
[1] Enfal: 53
[2] Maide: 66, Hud: 3, 52 Taha: 105 Nuh: 10-12
[3] Al-i İmran: 178 Kalem: 44-45
[4] M.İslamoğlu, Yahudileşme Temayülü sh: 275
[5] “İşte bu günler ki onları insanlar arasında evirir çeviririz…” (Al-i İmran: 140)
[6] A’raf: 80-84
[7] A’raf: 85-93
[8] “… Ve yine onlara mutlaka emredeceğim de Allah’ın yarattığını şüphesiz değiştirecekler. (dedi)…” (Nisa: 119)
[9] Al-i İmran: 104
[10] “İşte böylece sizi vasat bir ümmet kıldık ki, insanlar üzerine şahidler olasınız. Peygamber de sizin üzerine şahid olsun!” (Bakara: 143)
[11] Buhari, İ’tisam, 14; Müslim, İlim 6
[12] Tirmizi, Sünen, Kitabu Tefsiril-Kur’an, 1/1(2953) Ahmet bin Hanbel, Müsned, 4/378-379
[13] “…Bir de (kendilerinin) ortaya çıkardıkları ruhbaniyet ki, onu üzerlerine (biz) farz kılmamıştık…” (Hadid: 27)
[14] “And olsun ki, onları hayata karşı insanların, hatta şirk koşanların en hırslısı bulursun!” (Maide: 17)
[15] “Andolsun, «Gerçek şu ki, Allah Meryem oğlu Mesih'tir» diyenler küfretmiştir.” (Maide: 17)
[16] “Bir kısmını yalanlayacak, bir kısmını da öldürecek misiniz?” (Bakara: 87)