Eskiden beri İslami kültür müktesebatında medreselerin büyük bir yeri, önemi ve fonksiyonu vardır. İslam tarihinde ilkin cami merkezli başlayan İslami ilimlerin tedris ve talim çalışmaları, zamanla medrese, ribat, tekke ve zaviye gibi farklı alanlara yayıldı. Her dönemde yeni ufuklar açıldı ve farklı keşifler gerçekleşti.
Bu çalışmalar kimi zaman hilafet ve saltanata bağımlı veya onlara yakın bir alanda faaliyet yürütürken, kimi zaman da belli bir imam, mezhep ve tarikata bağımlı olarak faaliyet icra ediyordu. Kimi zaman da bütün mezheplere ve tarikatlara aynı mesafede durup halk tabanından beslenerek tamamen müstakil olarak talim ve terbiye faaliyetlerini icra edebiliyordu.
Raşid Halifelerden sonra başlayan Şii-Sünni ihtilafının yanı sıra Yunan Felsefesinin Arapçaya tercüme edilmesiyle mezhepler ihtilafı başladı. Bütün bunlar varken bir yandan tasavvufi tarikatlar, bir yandan da Batınilik hareketi ciddi ihtilaflara ve fraksiyonlara yol açıyordu. Böylece bu üç evrede ümmet üç büyük sarsıntı geçirdi.
Nihayet ihtilaflar öyle bir safhaya ulaştı ki, bunlar kendi aralarında çatışırken ümmetin birliği parçalandığı gibi ihtilaflar da derinleştikçe derinleşiyordu. Bir mezhep mensubu, başka bir mezhep mensubunun arkasında namaz kılmıyor, camisine gitmiyordu. Kelamcılar sufileri Hint Brahmanlarının taklitçisi olmakla itham ederken, sufiler de onları zındıklıkla itham ediyorlardı.
İşte ümmet içerisinde tekfirciliğin, mezhepçiliğin zirve yaptığı böyle bir dönemde yaşayan İmam Gazali, Nizamülmülk tarafından nizamiye medreselerinin başına getirildi. Sonra da şeyhülislamlık makamına yükseltildi. Gazali, teknik ve müfredat bakımından medreselere bir çeki düzen verdi ise de ruhi hastalıkları ve ihtilafları bertaraf etme noktasında kayda değer bir şey yapamadı.
İşte bu başarısızlıktan dolayı bunalan Gazali, şeyhülislamlıktan istifa ettiği gibi, kendini toplumdan da tecrit ederek bir müddet uzlete çekildi. Sonra Şam, Beytülmakdis ve Hicaz üçgeninde seferler yaparak birçok ilim adamı ile teatide bulundu. Bu şekilde toplumun özellikle ulemanın kalbi hastalıklarını ve ihtilaf nedenlerini tahlil ettikten sonra önce “El Munkizu mineddalal” sonra da “İhya’u Ulumü’d-din” adlı eserlerini telif etti.
Arada geçen 10 yıllık bir zamandan sonra tekrar Irak’a dönen Gazali, Nizamülmülkün oğlu Hadimülmülk tarafından tekrar Nizamiye Medreselerinin başına getirilmek istendi ise de bunu kabul etmedi. Bir müddet Bağdat’ta kaldıktan sonra, TUS şehrine geçti ve orada müstakil bir medrese kurdu. Bu medresenin özelliği kendisine ait müstakil bir müfredatı olduğu gibi devletten de kesin surette bir mali yardım almamasıydı.
Bu medresede verilen eğitim, sarf nahiv gibi alet ilimleri yanında şer’i ilimlerle birlikte manevi ilimler ağırlıktaydı. Çünkü toplumun buna ihtiyacı vardı. Bu medreseden mezun olan öğrenciler ve alimler, başkalarının ayıp ve kusurlarını araştırmaktan daha çok kendi nefsi zaaflarını ıslah etmeye çalışırdı. Diğer medrese ve ilim çevreleriyle İhtilaflar üzerinde değil ittifak edilecek noktalar üzerinde konuşuyor, tartışıyorlardı.
İmam Gazali’nin bu geleneği üzerine yapılan medrese eğitimi kısa bir zamanda her tarafa yayıldı. Gerek halk nezdinde ve gerek ulema çevresince de büyük bir kabul gördü. Hadimülmülk dolaylı olarak bu medreseye yardım etmek istedi ise de İmam, kabul etmedi. Çünkü ona göre ulema ümeradan bağımsız olmalıydı; yardım alan kimse bir gün emir de almak zorundadır, diye düşünüyordu.
Bu medreselerde yetişen talebeler hem şer’i ilimleri hem de tasavvufi terbiyeyi bir arada görüyor, zülcenaheyn olarak yetişiyordu. Artık medreseler arası husumet ve rekabet, yerini muhabbet, vahdet ve dayanışmaya bırakmıştı. Alimler bir araya geliyor, ümmet içerisinde zuhur eden fitneleri nasıl bertaraf edeceklerini tartışıyor, dışardan gelen haçlı saldırılarına karşı nasıl bir mukavemet gücü oluşturmaları gerektiğini konuşuyor ve bunları Sultan Nurettin Zengi ile istişare diyorlardı.
Nihayet bunun için bir koordinasyon kuruluna ihtiyaç duyan medrese şeyhleri, “medreseleri ıslah ve tecdit hareketi” diye bir yapılanmaya gittiler. Teşkilatın başına “Gavs” veya “Kutub” adıyla Şeyh Abdulkadir Geylani seçildi. Onun yardımcıları olarak, “Abdal” denilen 10 kişilik bir istişare kurulu seçildi. Her Abdal’ın altında da “Evtad” adında bölge temsilcileri ve her bölge temsilcisinin altında da “Evliya'” denilen emirler tayin edildi.
Günümüzde bunlara sivil toplum kuruluşlarının yöneticileri denilen kanaat önderleri de denilebilir. Ki Sultan Nureddin Zengi ve Sultan Selehaddini Eyyubi, zaman zaman oturup bunlarla en kritik meseleleri istişare ediyorlardı. Her iki sultan da bu kuruldan çıkan kararları aynen uyguluyordu. Özellikle savaş ve cihad çağrıları, bu kurul üyelerinin dili ile yapılıyordu. Yani bir nevi devlet üstünde bir konsey mahiyetini taşıyordu bu kurulun üyeleri.
Nurettin Zengi çok usta ve bilinçli bir devlet adamıydı. Medrese ulemasının desteğiyle ümmet içerisindeki fitne odaklarının çoğunu bertaraf etti. Selahaddin-i Eyyubi’nin amcası Esedüddin diğer adıyla “Şirku” ve Selahaddin’in o dahi kumandanlığını kullanarak sürekli haçlılarla iş birliği yapan Mısır’daki Fatımi Devletinin saltanatını sona erdirdiği gibi suikastçı batınilerin de etkisini kırdı. Ama Kudüs’ün fethini görmeden vefat etti.
Nureddin Zengi’den sonra işbaşına gelen Sultan Selahaddin-i Eyyubi ise, Nureddin’in devlet yönetimi tecrübesini aynen kullandı. Dahası ulemanın o güne kadar istifade edilen “emri bil maruf, nehyi anil münker” davet çalışmalarından bir de fiili cihada teşvik ve askeri hazırlık çalışmalarını ekledi. Böylece bu medreselerden çıkan öğrenciler, birer alim olmakla birlikte, aynı zamanda birer asker ve mücahit olarak çıkıyordu.
Sultan Selehaddin’in bizzat kendisi, hem iyi yetişmiş bir medrese alimi hem de dahi bir askeri kumandandı. Öğrencilik döneminde bile amcası Şirku’dan öğrendiği ata biniciliği ve cirit atmayı çok seven ve önemseyen bir sporcu idi. Sultan Selehaddin, sıradan bir idareci ve bir komutan değildi. Onun en belirgin özelliği, toplum içerisinde kimin ne kadar nüfuz sahibi olduğu, kimin ne yapabileceği ve kimden nasıl yararlanabileceğini bilen bir toplum mühendisi olmasıydı.
Selahaddin, Haçlı istilasına karşı özellikle Kudüs-ü Şerif’in esaretten kurtarılması için bir yandan savaş için alat ve edevat hazırlarken, bir yandan da ulema çevresiyle oluşturduğu cihad ruhu ile haçlı istilasına karşı bütün bir ümmeti yekvücut haline getirerek müthiş bir ordu oluşturdu. Bu ordunun komutanları çoğunlukları medrese alimleri ve öncü birlikleri medrese talebelerinden oluşuyordu. Özellikle Adeviye medreseleri bu işin başını çekiyordu.
Bu askerlerin gönlünde, sultanın yanında bir mevki- makam elde etmek, sultana yakın bir yere gelmek değil, sadece ve sadece Kudüs’ü kurtarma sevdası ve şehadet aşkı vardı. İşte bu bilinç ve şuurla savaş meydanına giren mücahitlerin karşısında düşman dikiş tutturamadı, o namlı şanlı Haçlı Orduları darmadağın oldu. Merhum İbni Teymiye rahimehullah, bu birliklerin öncülerini Yemâme’de ön saflarda şehid olan Sahabenin Kur’an karilerine benzetmiştir.
“İşte Selehaddinin nesli (ordusu) böyle ortaya çıktı ve Kudüs böylece geri alındı.” Bu cümleyi Prof. Dr. Macit Geylani, Selehaddin-i Eyyubi’nin kişiliği ve Kudüs’ün fethiyle alakalı yazdığı esere isim olarak koymuştur. Bu yazımızda işlediğimiz ana fikir de söz konusu eserden istifade edilen bir değerlendirme mahiyetinde ve belki o dönemin bir manifestosu niteliğindedir.
Sonuç olarak; gerek Nureddin Zengi ve gerek Selehaddin-i Eyyubi, mütedeyyin, mütevazı ve alimlere oldukça değer veren büyük devlet adamlarıydı. Alimlerin sözünü dinleyip onlarla birlikte hareket edince kendileri de büyüdüler ve yükseldiler. Salihlerin ve mazlumların duasını alarak ümmetin gönlüne taht kurdular. Selahaddin bir bölgeye gidince oranın yaşlıları, kadınları dahi onu görmek, onunla görüşmek için sıraya girerlerdi. O da derdini anlatan herkesi dinliyor isteklerine cevap veriyordu.
Şu halde günümüz yöneticileri de eğer tali ihtilafları bertaraf edip ümmetin kelimesini birleştirmek istiyorlarsa, bunun yolu Selahaddin’in izlediği yoldur. Kim samimi alimlerin sözünü dinler, onlara değer verir, onlarla birlikte hareket ederse işte o, işi başarır. Eğer Müslüman toplum birine değer veriyor sözünü dinliyorsa sen de dinlemek zorundasın, yoksa sonun hüsran ve nedamet olur.
Şunu da belirtmekte fayda vardır ki; o gün için medreseler tek eğitim kurumlarıydı. Devletin gerek idari ve gere askeri işlerine vaziyet edenler medrese çıkışlı kimselerdi. Yani medrese günümüzdeki üniversite mesabesindeydi. Şu var ki günümüzün resmi dini eğitim kurumları olan ilahiyatlar, İmam-ı Gazali’yi bunaltan medreseler gibi meselelere çözüm üretmek yerine -birkaçı müstesna- ihtilaf çıkaran, ihtilafları körükleyen kurumlar haline gelmiştir. Müfredatlarının önemli bir kısmı felsefi ve kafa karıştırıcı bilgilerle doludur.
Bu çıkmazdan kurtulmanın tek yolu, bu resmi eğitim kurumlarının sivil medreselerle birlikte hareket ederek ortak bir müfredatla mutabakat sağlamalarıdır.
Mehmet Şenlik