Sadece yaşı 50'nin üzerinde olanlarımızın gerek ülkemizde ve gerekse dünyada ve özellikle İslam coğrafyasında şahit olduğumuz irili ufaklı çatışmalarda, işgallerde ve savaşlarda ölenlerin sayıları en az 5 milyondur. Bunların bir milyonu 1994 yılında Ruanda'daki Tutsi ve Hutu kabileleri arasında, hem de birkaç ay içinde öldürüldü. Kaynaklar 100 günde bir milyon insanın öldüğünü gösteriyor. Ki bu da 1 günde 10 bin kişiye tekabül etmektedir. Geriye kalan dört milyon insan değişik İslam ülkelerinde öldürüldü.
Filistin'in işgalinden Afganistan, Irak Suriye ve diğer ülkelerin işgaline kadar, Irak-İran Savaşı'ndan Balkanlar, Yemen ve diğer ülkelerdeki işgallere kadar hepsinin de başında, içinde ve arasında mutlaka emperyalist ülkelerden birini veya birkaçını yahut hepsini görüyoruz.
Emperyalistlerin bizim coğrafyamıza yönelik son dönem hesapları ve stratejileri oldukça kanlı ve kirli olmanın yanında yeterince açıktır: Hem birbirlerine karşı yürüttükleri rekabeti ve savaşları ve hem de bize karşı yaptıkları savaşları bizim ülkelerimizde yapmak... Kendilerine teslim olmayanları –bu ister bir devlet olsun, ister bir parti, grup veya birey olsun- imha etmek... İşgallerle ve savaşlarla ülkelerimizi bir yandan fiziki olarak tahrip ederken, aynı anda zenginliklerimizi gasp etmek... Bize tahakküm eden rejimlerden kimisini diğerine karşı desteklerken, bir de her birini diğerine karşı güvensiz hale getirip savaştırmak... Kendi askerleri yerine çocuklarımızı devşirip, hazır kıta olarak istedikleri yerde istediği grup ve devletlere karşı savaştırmak... Ve haddizatında birer zenginliğimiz olan milliyetlerimizi, mezheplerimizi ve dillerimizi bizim zaaflarımız yüzünden, diğer bir ifade ile cehaletimiz üzerinden bize karşı kullanmak!
Peki, bütün bunlara rağmen ve bütün bunlara karşılık bugün itibariyle dünya genelinde sayıları iki milyar olan biz Müslümanlar neler yapıyoruz? Yaşamakta olduğumuz zilletin kendi elimizle yaptıklarımızın bir sonucu olduğunu bilmeliyiz öncelikle. İkinci olarak bilmemiz gereken diğer bir gerçekliğimiz, her biri kendisini birer İslam Ülkesi olarak tanımlayan devletlerimizin hiçbirinin dâhildeki önceliğinin adalet olmadığıdır. Üçüncü olarak, âlimlerimizin bu tahakkümcü rejimlere ve ümmet olarak yakalandığımız mezhepçilik, ırkçılık ve devletçilik gibi cahili saplantılara karşı bizleri bilgilendirecek ve bilinçlendirecek irade ve azametten yoksun olmalarıdır.
Bizce de Türkiye, Libya'ya akbabalar gibi üşüşen ve sırtlanlar gibi saldıran emperyalistlere karşı kardeş Libya halkının yanında olmalıdır. Ama eğer Libya'daki emperyalistlere karşı savaşı bile göze alırken, onlarca üssüyle birlikte Türkiye'nin dört bir yanına konuşlanmış emperyalistler için de aynı duygu ve hedefleri taşımazsa, coğrafyamızdaki emperyalist işgali ve kuşatmayı yarmamız mümkün olmayacaktır.
Bu da ne yeşile bandırılmış Neo-Kemalizm veya Neo-Atatürkçülük ile ve ne de güya devletin birliğini, dirliğini ve bütünlüğünü korumak adına vatandaşlarının temel haklarını gasp eden bir anlayışla mümkündür. Dolayısıyla Türkiye kendi içinde adil olup toplumsal barışı sağladığı ölçüde Suriye'de, Irak'ta, Libya'da ve gideceği diğer yerlerde kalıcı başarılar sağlayabilir. Bizim de Müslümanlar olarak yapmamız gereken şey, dinimizin ve canımızın zulme alet edilmesine fırsat vermemek ve hakkı ve adaleti gözettiği konularda ise desteklemektir.