Bir önceki yazımızda, Cumhuriyet tarihi boyunca kronikleşen Kürt sorunu, dini devletin tekeline alma ve eğitim sorunlarından bahsetmiştik ve konumuza devam edelim.
Cumhuriyet tarihinde defalarca “Kürt sorunu” gündeme alınmış ve her seferinde karanlık mihraklarca bu sorun, ya mecrasından kaydırılmış ya da çözümsüzlükle sonuçlandırılmıştır. 2013'te Ak Parti'nin “Çözüm süreci” de benzer şekilde sonuçlandı.
Her ne kadar Ak Parti “Çözüm süreci” ile “Kürt sorununu” çözememiş olsa da bu alanda attığı bazı cesur adımlar ile bir mesafe kat etti. Ancak 15 Temmuz'dan sonra Ak Parti'de hortlanan milliyetçi dil, elde edilen kazanımları tek tek kaybettiriyor. Bu tehlikeli dil kullanılmaya devam edildiği takdirde İslam âlemi için umut olan Türkiye, İslam âlemine büyük bir hayal kırıklığı yaşatır.
70, 80 ve 90'lı yıllarda devlet eliyle Doğu ve Güneydoğu'da Kürt halkına yapılan sistematik zulümler, PKK gibi Marksist, Leninist bir örgüt doğurmuştu. Aynı şekilde iktidarın bugünkü “Türkçülük” söylemleri yakın bir zamanda “Kürtçü bir akımı” doğuracağı tehlikesi var. Nitekim şu an bu tehlike çanları çalmaya başlamış bile.
Devletin basiretsiz politikaları neticesinde doğan Marksist, Leninist örgütlerler, 40 yıldır toplumumuza bela olmuş, din, örf, namus diye bir mefhum bırakmamış ve Kemalizm'in 80 yılda başaramadığı ideolojik dejenerasyonları onlar 10 yılda başarmıştır. Böylece Global emperyalizmin ajandasında yerini almış ve artık devlet istese de onların hakkından gelemeyecek kadar güçlü bir duruma gelmişlerdir.
Yakın tarihimizde vuku bulan bu hakikatler ortada iken Sayın Erdoğan ve Ak Parti yöneticilerinin kullandıkları milliyetçi jargon söylemlerini anlamış değilim. Bu dilin kısa vadede siyasi bir artısı olsa da uzun vadede ülke için büyük bir felakete kapı aralayacağı, kardeşlik ve ümmet anlayışının temelini sarsacak derecede tahribatlar yapacağı unutulmamalıdır.
Dini devletin tekeline alma ve eğitim sorununa gelince, Kürt sorunu gibi bu iki sorunumuz da Cumhuriyet ile yaşıttır. Bu iki sorunumuzun temelinde: toplumu inanç esaslarından, tarih, kültür ve medeniyetinden uzaklaştırıp köhnemiş batı medeniyetine entegre etmektir. Bunun için yüzlerce seyda, şeyh ve mürşidimiz İstiklal Mahkemeleri zulmü ile darağaçlarında sallandırıldı. Aynı şekilde bin yıllık alfabemizi değiştirip âlimleri cahil, echelleri de aydın olarak gösterdiler.
Bu kadar ulemanın şehadetinden sonra 4 Mart 1924'te Diyanet İşleri Başkanlığı, Başbakanlığa bağlı bir teşkilat olarak kurulur. Anayasanın 136. Maddesinde; “Genel idare içinde yer alan Diyanet İşleri Başkanlığı, laiklik ilkesi doğrultusunda, bütün siyasi görüş ve düşüncelerin dışında kalarak ve milletçe dayanışmayı ve bütünleşmeyi amaç edinerek, özel kanunda gösterilen görevleri yerine getirir.” Hükmü yer almaktadır.
Dolayısıyla müstakil ve bağımsız olması gereken mukaddes dinimiz, devlete bağımlı ve devletin tekelinde olacak şekilde dizayn edildi. 94 yıldır bu sorun devam ediyor ve her geçen gün farklı bir versiyon ile kendini güncelliyor.
Bu sorunlarımıza köklü çözümler üretecek basiretli yöneticilerin olması temennisiyle…