Laiklik, doğmuş olduğu coğrafyada farklı bazı uygulamalar geçirmiş olsa da temelde devletin din'den ayrılığını, devletin her inanca aynı mesafede durmasını ve devlet ile dinin birbirinden bağımsız olmalarını ifade eder. Fransa'nın bir dönem uyguladığı katı militan laiklik bir tarafa bırakılırsa, genelde bu tanımın uygulamada bir sorun ile karşılaşmadığını söyleyebiliriz. Kıta Avrupa'sında laikliğin ortaya çıkışını hazırlayan temel dinamikler, reform ve rönesans ile beraber ortaya çıktı ve uzun bir mücadeleden sonra laiklik başarı elde etti. Dolayısıyla Katolik kilisesi devlet idaresi ve iktidara tahakküm etme gücünü kaybetti. On sekizinci asırda Avrupa'da meydana gelen sosyal bazı gelişmeler, eski ortaçağ yapılarını ve bu yapıların hamisi Hıristiyanlığı devre dışı bıraktı. Ortaya pozitivist ve rasyonalist felsefenin hakim olduğu milli devletler oluşmaya başladı. Meydana gelen bu değişimler, maddi ilerleme açısından Avrupa'nın lehine olmuştur denilse de manevi açıdan aynı şeyi söylemek elbette mümkün değildir.
Türkiye, Avrupa'da meydana gelen bu değişimlerin etkisini hemen hissetti. Osmanlı devleti coğrafi anlamda bir Avrupa devletiydi zaten. Osmanlı, ilerleyen ve güçlenen Avrupa ile arasındaki mesafeyi nasıl kapatacağını düşünme ve bunun önlemlerini alma konusunda hayli ağır davrandı ve olup biten bu değişimlerin ruhunu anlamada yetersiz kaldı. Büyük bir coğrafyaya yayılan imparatorluk toprakları üzerinde yaşayan değişik din ve kültürden toplumları sevk ve idare işi hayli zorlaşmış, cephelerden peş peşe gelen yenilgi haberleri herkesi kendi derdiyle ilgilenir hale düşürmüştü. Avrupa devletlerinin dışarıdan baskıları, bir çözüm üretemeyen içerideki yöneticilerin başarısızlığıyla birleşince, Osmanlı tarih sahnesinden hemen çekildi. Çözümün batıda, batılı değerler sisteminde olacağını düşünenler (Jön Türkler ve İttihat Terakki) altı asırlık imparatorluğun altı yılda yıkılışının zeminini hazırladılar. Laik düşünce ve uygulamalar, Avrupa toplumlarında güçlenmenin aracı olurken, Osmanlı ülkesinde parçalanmanın ve yıkılmanın ana sebeplerinden biri oldu.
Osmanlının bakiyesi topraklar üzerinde oluşan onlarca devletten biri de Türkiye Cumhuriyeti oldu. Görünürde Osmanlı devletinin mirasçısıydı yeni cumhuriyet. Ne var ki cumhuriyet, kurulduktan kısa bir süre sonra toplumu ve toplumsal yapıyı radikal bir şekilde değiştirmenin aracı oldu. Türklük, milliyetçilik, muasır medeniyet, Avrupailik ve en son laiklik adına yapılan değişimlerin tarihte bir başka örneğine rastlamak mümkün değildir. Devletin tekçi ve otoriter tavrı, Anadolu topraklarında yaşayan değişik inanç ve ırklara ölüm fermanları yağdırdı. Yeni yapının muhalifleri hain, yobaz, İngiliz ve yunan işbirlikçisi diye yaftalanarak üzerlerine gidildi. Özellikle alevi ve Kürt kimliği eritilmeye ve asimile edilmeye çalışıldı. Yapılan bu tahribatın açtığı yaralar, aradan geçen yüz yıla yakın bir zamandır hâlâ kapanmadı.
Cumhuriyet, ırk temeline dayalı yeni bir ulus oluşturmak için inanılmaz işlere girişti. Oluşturulacak bu ulusun her şeyi bir olacaktı. Irk, mezhep, din ve dil. Bu tekleştirme siyasetine muhalefet edenlere çok sert müdahalelerle karşılık verildi ve susturuldular. Dersim üzerine gidildi. Binlerce sivil ve masum insan katledildi. Şeyh Said olayı bahanesiyle Kürdistan'da çok büyük bir kıyım gerçekleştirildi. Kurulan İstiklal Mahkemelerinde insanlar sorgusuz sualsiz idama mahkum edildiler ve asıldılar. Şark İstiklal Mahkemesi üyesi Süreyya Özevren'in hatıratında şöyle bir olay aktarılır: ‘Şeyh Said olayında mahkemeye 20-25 yaşlarında bir genç getirildi. Bu genç hiç Türkçe bilmiyordu. Sorgulamaya bile gerek duyulmadan ‘Türkçe bilmeyen bir adamdan memlekete hayır gelmez' denilerek idamına hükmedildi'. Mahmut Esat Bozkurt'un; ‘Türk olmayanların bu ülkede sadece köle olma hakları vardır' şeklindeki sözü, o dönemde nelerin olup bittiği ve cumhuriyet elitinin kafasındaki ufuksuzluğun ne kadar dar ve vahim olduğu hakkında yeterli ipuçlarını vermektedir.
Cumhuriyet Türkiye'si, modernlik, batılılaşma ve laiklik adına halkın dinine de el attı. Laikliğin ‘din ve devlet birbirinden bağımsızdır, biri diğerinin işine karışmaz' ilkesinin tam tersi uygulandı. Yani din, sözde laik devletin otoritesine tâbi kılındı. Onunla da yetinilmedi, istedikleri şekilde bir din anlayışı ve uygulamasını ihdas edip halka zorla dayattılar. Ezan Türkçe'ye çevrildi ve öyle okundu. Camilere masa ve sandalyeler konuldu. İbadet dilini tamamen Türkçeleştirmenin hazırlıkları yapıldı. Alfabe değişikliği ile yüz yılların tarih ve kültür birikimi ile irtibat sert bir şekilde koparıldı. Dedesinin mezar taşındaki yazıyı okuyamayan bir nesil ortaya çıktı. Okullarda, Türk tarihindeki Müslümanlık dönemleri yok sayıldı, okutulmadı. Öz Türkçe adı altında Türkçe baştan sona yozlaştırıldı. Türk dilindeki Arapça ve farsça asıllı kelimeler yasaklandı. Kadınların başı açıldı, erkeklerin başı ise keple kapatıldı. Yapılan bu şekilsel değişikliklerin ilerleme ve batılılaşmayı sağlayacağı söylendi. Yeni nesil, tarih, kültür, manevi değerler ve dil şuurundan mahrum bir şekilde yetişti. Kısacası bu dönem ‘Allah demenin yasak olduğu bir dönem' olarak tarihe geçti. Nereden bakarsanız düpedüz bir İslam düşmanlığı olan bu uygulamalar hep laiklik namına yapıldı.
Yazımızı merhum Necip Fazıl'ın o günleri anlatan ‘Destan' adlı şiirinin son mısrasıyla bitirelim:
Ah, küçük hokkabazlık sefil aynalı dolap;
Bir şapka, bir eldiven, bir maymun ve inkilâp.
Görüş ve Önerileriniz için... syildirim@dogruhaber.com.tr