İzmir'in Yunanlılar tarafından işgal edildiği 15 Mayıs 1919, Türkiye'nin siyasi tarihinde önemli bir dönüm noktasıdır. Batı'yla uyumu aşıp Batılılaşmış bir Türkiye kurma düşüncesi, bu işgal karşısında gelişme ve yayılma koşulları buldu, kendisine karşı çıkan herkesi işgalden kurtuluştaki rolleri ne olursa olsun “hain” olarak nitelendirme imkânına kavuştu.
İzmir'i işgal eden Yunanistan, bağımsız bir devlet değil, Batı'nın olanakları ile kurulmuş, onlar tarafından oluşturulup yaşatılan bir uydu devletti.
Yunanistan'ın I. Dünya Savaşı sonrası koşullardan yararlanıp Anadolu'ya açılması Anadolu'nun Müslüman halkı açısından büyük bir tehdit oluştururken Batı açısından da gerçekte neticeleri ile birlikte kabullenilebilir bir durum değildi.
Bu evrede Ortodoks Yunanistan, Sovyetler Birliği'ne evirilen Rusya ile eskiden beri Rum Ortodoks Kilisesi-Rus Ortodoks Kilisesi çatışması yüzünden uyumsuzdu. Yunanistan, Doğu Avrupa'daki diğer Ortodokslardan farklı olarak Katolik ve Protestan Batı ile birlikte hareket ediyordu. Katolik ve Protestan Batı da Eski Yunan'ı Batı medeniyetinin kökü olarak kabul edince Yunanistan'ın Doğu Roma hayallerine kapılıp haddini aşmaması şartı ile kutsuyordu. Ne kurulmakta olan Sovyetler Birliği, Yunanistan'a destek verebilir, ne Yunanistan Batı'ya bağımlı iken Sovyetler Birliği ile birlikte bir savaşa girebilecek cesaretteydi.
Yunan işgali, Anadolu'da katliamlara yol açarken Batı, bütün küçük halklara yaptığı gibi Osmanlı bakiyesi Türkiye'nin 20. yüzyılda teslim alınmasında Yunan işgali ve tehdidinden yararlandı. Başka bir ifadeyle Yunanistan, I. Dünya Savaşı'nın ardından Türkiye'nin teslim alınması için bir piyon olarak kullanıldı.
1923'te Türkiye'nin siyasi nizamı, işgal girişimi başarısız olmuşsa da Batı desteğindeki Yunan işgali girişiminin gölgesi altında şekillendi. Yüzyıllardır savaşan Türkiye, Batı'nın yıpratıcı ve çökertici I. Dünya Savaşı'nın hemen akabinde, aşağılayıcı bir tutumla üzerine saldığı küçücük Yunanistan'ın yayılmacılığından korunmak için Batı ile en üst düzeyde işbirliği yapma zorunluluğu duydu. Türkiye'nin Batı ile en üst düzeyde işbirliği yapmasını önerenler, Yunan işgali tehdidi ile bu tehdide verilen Batı desteğini kullanarak, İstanbul'dan Anadolu'ya taşınan siyaseti Batı lehindeki bir dönüşüm için ikna etti; Batı lehindeki her tür değişimi bu işgal tehdidi ve bu tehdide karşı Batı'nın desteğini kazanmanın hayati önemi üzerinden açıkladı. 1923'te yapılan değişimlere kökten karşı olanlar bile, “Devletin yaşaması, her şeyden evladır” yaklaşımı içinde değişime sessiz kalmayı, değişime karşı koşulları fazla zorlamamayı seçti ya da Mareşal Fevzi Çakmak ve Kazım Karabekir örneklerinde olduğu gibi değişimin bu kapsamda olmasına inanmadığı hâlde bizzat değişimin yanında durdu.
Türkiye, 14 Mayıs 1919'dan 14 Mayıs 1950'ye kadar üç farklı safhada bu koşullar doğrultusunda siyaset yaptı. İlki Kurtuluş Savaşı safhasıdır, ikincisi Mustafa Kemal'in, üçüncüsü İsmet İnönü'nün cumhurbaşkanlığı safhasıdır.
Kurtuluş Savaşı'nın liderliğinin oluşmasından hedeflerine kadar Batı'yla karşı karşıya gelmemek, aksine Batı desteğini kazanmak temel strateji edinildi. Mustafa Kemal'in cumhurbaşkanlığı safhasında, bu anlayış Batı'yla bireylerin zihniyet ve günlük yaşamına kadar uyum boyutuna vardırıldı, buna karşı çıkan herkes “gerici” yaftasına maruz bırakılıp cezalandırıldı.
II. Dünya Savaşı'na denk gelen İsmet İnönü'nün cumhurbaşkanlığının ilk yılları ise ikircikli bir safhadır, safhanın ilk dört-beş yılında Batı'da savaşın kimin tarafından kazanılacağı ustalıkla gözetlendi, savaş Hitler karşıtı blok tarafından kazanılıp savaşın kazananları kendi aralarında Batı ve Doğu diye iki bloğa ayrılınca Batı bloğu tercih edildi.
CHP'nin iktidarı kaybettiği Demokrat Parti'nin iktidar olduğu 14 Mayıs 1950 seçimleri, aslında Batı bloğuyla demokrasi üzerinden uyumun bir gerekliliğinden ibaretti. Ama Adnan Menderes, kendisinden sonra sağa bırakacağı mirasla, şekilde Batı'nın şerrinden korunmak için en Batıcı cephenin reisi gibi göründü, gerçekte ülkeyi kültürel, ekonomik ve siyasi açıdan bağımsızlaştırma eğilimini taşıdı, güç buldukça bu eğilimini öne çıkardı. 27 Mayıs 1960 İhtilali, bu eğilime karşı darbe mekanizmasının işletilmesinden ibarettir.
Batı, Menderes'in iktidarında Türkiye siyasetinin sağ bloğunun ağır ama kararlı bir bağımsızlaşma eğiliminde olduğunu gördü; kitlelere yayılmış, seçim sonuçlarına yansıyan Batı bloğu yanlısı bir solun desteklenmesinin yaşamsal önemine inandı. Sol liderliğin oluşması için Rockefeller bursu devreye kondu, gazeteci Bülent Ecevit ve Avukat Deniz Baykal bu burstan yararlandırılarak ABD'de eğitime alındı, sağın başına ise Batı'ya teslim olma noktasında olabilecek en sorunsuz isim Süleyman Demirel getirildi.
Ecevit ve Baykal solunun bütün ataklarına rağmen Süleyman Demirel, sağı mutlak bir Batı çizgisine çekemedi, Türkiye sağı güçlendikçe Batı'nın baskısı karşısında çaresiz kaldığında Menderes'in de başvurduğu Sovyetlerle yakınlaşmakta bile beis görmedi.
1960-1980 arası, Türkiye açısından dünya siyasetinin çalkantısı ve bunun iç siyasete yansımaları yüzünden bir tür kayıp yıllarıdır. Sağ siyasetin sanayiyi inşa etme hamleleri sayılmazsa bu tam bir duraklama sürecidir.
Söz konusu duraklama süreci, Sovyetlerin iflas işaretlerini verdiği bir dönemde anarşizm bahane edilerek ve 6 Eylül 1980 Konya Mitingi öne çıkarılarak siyasetin yeniden dizaynı için 12 Eylül darbesi gerçekleştirildi; sol da sağ da daha ılımlı bir çizgiye çekildi.
Sovyetlerden sonra neo-liberalizme yönelen Batı, Türkiye'deki seçim sonuçlarına saygı duyma işaretleri verdi ama İslamî kesimin seçimlerde öne çıkması üzerine bu tutumunu terk etti. Yine de AK Parti'nin 2002'de seçimleri kazanması Batı'da paniğe yol açmadı, aksine Batı AK Parti'yi destekler göründü. AK Parti de 2009'a kadar Türkiye'nin Batı'yla uyumuna zarar verecek adımlar atmadı, bu dönemde Batı'nın gündeminde olan dinler arası diyalog, medeniyetler buluşması gibi projelere de sahip çıktı.
Söz konusu tarihe kadar Batı hep esas, Türkiye ise genel anlamda uydu konumunda durdu. Türkiye, herhangi bir konuda tutum belirlemek için Batı'nın tutum belirlemesini bekledi.
2009'dan bu yana Türkiye'nin Batı ile ilişkilerinde bir yol ayrımı izleniyor; Batı'nın buna karşı aldığı tedbirler de iş görmüyor. 15 Temmuz darbe girişiminin başarısızlıkla sonuçlanması üzerine ise Batı, bir panik hâli yaşıyor. Türkiye ise Batı'nın daha fazla üzerine gelmesine yol vermeyecek şekilde bu ayrışma sürecini devam ettirmek istiyor. Bunun için Batı ile ABD Başkanı Trump arasındaki karşıtlıktan bile yararlanmayı umuyor.
Buna karşı, Türkiye'nin gittikçe güç kaybeden Batı ile ilişkilerini yeniden düzenlemesinde içeride Gezi Olaylarından bu yana süreci durduracak bir muhalefet söz konusu olmasa da 16 Nisan Referandumu'nda görüldüğü üzere Türkiye'nin okumuş kesimleri, Batı ile ilişkilerin geldiği noktadan paniğe kapılıyor. Aldıkları eğitimin de etkisiyle hâlâ Batı'nın her istediğini yapabileceğine inanan bu kesim, Türkiye'nin Batı ilişkilerini düzenleme çabasının Türkiye'nin aleyhine dönmesinden, kadim Batılıların ifadesiyle Türkiye'nin “Tanrıların gazabına uğramasından” korkuyor.
Batı, Tanzimat'tan 1960'lı yıllarda başlayan Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET) sürecine kadar Türkiye'deki hep elit sınıfı dizayn ederek çıkarlarını koruma yoluna gitti. Özellikle 1980'li yıllardan bu yana ise sosyal değişime yöneldi. Daha önce devlet eliyle toplumu dizyan etmeye çalışırken Gezi Olayları ile birlikte toplumu kullanarak devleti kendi lehinde dizayn etmeye çalıştı. Ama ne Gezi Olayları sonuç verdi ne de yeni dönemde kullanılmak üzere yolu açılan yeni elit sınıfın 15 Temmuz Darbe Girişimi.
Batı'nın elinden şu anda Türkiye'de daima yüzde ellinin üzerinde olan klasik sağ blokla İslamî kesimin birlikteliğini zayıflatacak adımlar atmaktan başka bir şey gelmez. Batı, şu anda o adımları atıyor, önümüzdeki dönemde de kimi siyasi partiler, cemaatler ve devlet içindeki kesimler üzerinden şansını denemeye devam edecektir. Bu tabii bir hâldir. Bu hâlin paniğe yol açması, bütün süreci berbat edecek neticeler doğurabilir. Batı'nın her selam verdiğini Batı adamı gibi görmek ya da herkesi İngiliz, Alman ajanı olarak suçlayacak bir tutum içinde olmak sağlıklı bir yol değildir.
Türkiye'de eğitimden günlük yaşamdaki törenlere kadar hâlâ Batılı gibi görünmek normal, Batı'dan farklılaşmak anormal bir hâl gibidir. Sistemde Batı karşıtlığı çizgi dışına çıkmak, Batı yanlılığı güzergâhta bulunmak olarak görünüyor. Vaziyet bu iken Türkiye'nin geleceği üzerinde söz sahibi olmak isteyenler, Batı var oldukça Batı'nın kapılarını aşındırmaya devam edecekler. Onları başarısızlığa uğratmak ancak sosyal zemini besleyecek kararlı bir değişimi desteklemekle mümkündür. Polisiye tedbirler ancak bunun yedeğinde iş görür, aksi hâlde ters tepebilir.