Almanya’da Hitler’i anmak mesela Nazi selamı vermek suçtur ve hiç affedilmez. Aynı şey İtalya’da Mussolini için de geçerlidir. Rusya da Lenin’i unutturmak için büyük çaba harcıyor.
Türkiye’de ise bu moda Osmanlı üzerinde tatbik ediliyor.
Her ne kadar filmlerde nostaljisine izin verilse de padişah, vezir, sultan, saray, tebaa gibi bütün lügatiyle beraber yüz yıl öncesine ait her sembol, her hatıra, bu ülkede aşağılanarak değersiz ilan edilmiş vaziyette.
Hâlâ şu garip coğrafyanın çocuklarına sürekli Osmanlı’nın ilkel, gelişmemiş, cahil, kültürsüz, ufuksuz ve ilerleme düşmanı olduğu dikte ediliyor.
Kemalist torna öyle hassas işliyor ki, bu memleketin evladı, Osmanlı’nın kullandığı alfabeyi ve giydiği kıyafeti gördüğünde dahi burun kıvırıp küçümsüyor.
Son yüz yılın ardından Türkiye, bölgesinde belki de ilk defa; kendisi olmayı ve bir takım bağımlılıklarını kırarak, varlığını ortaya koymayı deniyor.
Bunu, Osmanlı’yı reddetme karşılığında satın aldığı ‘uygarlık’ markasını bırakmadan ve bizzat o Rönesans makyajlı batılı demokrasi tüccarlarına karşı yapıyor.
Hiçbir zaman medeni olmamış garbın aksine Türkiye, son zamanlarda bütün pragmatizmine rağmen ısrarla değerler siyaseti vurgusu yapıyor ve bunu da alanda ispatlamaya çalışıyor.
Ancak son bir asırlık geçmişinde ülkeyi yönetenlerin yaşatmış olduğu travmaların maalesef devasa anıtlarla, simgelerle, mottolarla bir bakıma sahiplenilmesi ve bırakın özeleştiri ve hesaplaşmayı, iftiharla onlara atıfta bulunulması güven sorununa neden oluyor.
Üstelik zayıflamaya sebep olan hatalarını düzeltip kendi kitlesiyle sahada çalışarak güçlenmek yerine hazırdaki katı milliyetçi yapılarla geleceğini tahkim etme stratejisi de büyük risk faktörleriyle birlikte ayrı bir belirsizliğe işaret ediyor.
‘Rejimin, kanunların, sözleşmelerin bizimkiyle aynı, sen de benim gibi makyavelistsin’ diyecek olan Fransız’a, Alman’a; ‘hayır bak ben sivillerin zarar görmemesi için elimden geleni yapıyorum’ demek elbette ki dünle bugünü birbirinden ayırma anlamına gelir.
Yalnız, fincancı katırlarını ürkütecek bir neoosmanlılık vurgusuyla olmasa da şöyle bir cevabın inandırıcı pratiğine ihtiyaç var: ‘Biz değerlerimizi sizin bize yeni cumhuriyetle armağan ettiğiniz ‘özgürlük, eşitlik ve kardeşlik’ masalından değil hakiki “hürriyet, müsavat ve uhuvvet” şiarıyla ülke insanının etine ve kemiğine işlemiş İslam’ından alıyoruz’.
Evet, bugün minicik Lüksemburg bile ‘ben sırf keyfim istediği için Suriye’nin kuzeyine asker gönderiyorum’ hatta orada bir anda onlarca sivili katlederken; ‘bizim pilotlar yanlışlıkla vurmuş’ deme hak ve salahiyetine meşruiyyet giydiren bir dünya düzeni hükmediyor.
Ve acı olan da bunun sadece batı halklarınca değil kurban halklar tarafından da aynı biçimde algılanması.
Böyle bir küresel lanete, Osmanlı’nın yaptığı gibi, coğrafyanın paydaşları en ulvi emanet bilindiği vakit karşı durulabilir.
‘Bölgemdeki terör unsurlarını temizliyorum’ deyip empati beklenen adreslerin çıkarlarıyla ters düşüldüğü anda varılacak noktanın tespiti için de dahildeki birlik motivasyonunda boşlukların olmaması gerekir.
Üzeri örtülen sorunlar, başkası için define hükmünde ise, mesele, hakkaniyet ve adaletle ele alınmalıdır.
Ve gücünün dayanaklarını fark etmiş bir ülke için ümit, hiç batmayan bir güneştir.