Irkçılıkla mücadelenin sembol isimlerinden Nelson Mandela şöyle der: “Seçimlerin umutlarını yansıtsın, korkularını değil.”
Güncel yorumların klişe bir giriş cümlesi vardır: “Zor zamanlardan geçiyoruz.”
Referandum yapılacak mı, ertelenecek mi, işin o kısmı bir yana bu sürecin her günü tam bir turnusol kağıdı gibi iş görüyor.
Malumunuz, asitler mavi turnusol kağıdını kırmızıya, bazlar ise kırmızı turnusol kağıdını maviye dönüştürürler.
Çok demokratik ve sempatik görünen bir kardeşin(!) elindeki sıvıya zemzem demeden önce bir turnusol kağıdı batırma lüzumu öyle aşina bir hakikat ki, çok şeffaf bir cam duvar gibi şiddet-i zuhurundan nisyana sebep oluyor.
Ziya Paşa'nın “En ummadığın keşfeder esrar-ı derunun sen herkesi kör, alemi sersem mi sanırsın” dediği gibi, kimin ne olduğu evvel de ehline malum idi ya, bu son tartışmalar, sadece erbabına değil ahalinin ekserine de ifşa oldu..
Nüfusunun ciddi bir kesimini kimliksiz, köksüz, kültürsüz, töresiz ve birbirinden kopuk sayan zihniyetin gerçek rengini şimdilerde sadece yakından bakanlar değil herkes görüyor.
Meğer sadece helvadan putlar değilmiş acıkınca yenilen. Helvadan nutuklar, biriktirilen ahidler, deste deste dizilen fedakarlıklar, ödenen bedeller, ortak değerler vs..
Hem manşet manşet kin, köşe bucak tehdit savuranların insan denilince anladıkları şeyin, beyaz bir Jim Crow'dan farklı olmadığı da artık daha iyi anlaşılıyor.
Ve duygu körlüğü hastalığına yakalanan kimselerin içler acısı halinin, perişan çelişkilerinin ne devasız bir dert olduğu da meydana çıkıyor.
Bu hastalık bizim kendi yorumumuz değil. Bundan yirmi yıl önce tıp dünyasının ‘aleksitimi' diye isimlendirdiği ciddi bir sağlık probleminden söz ediyoruz.
Batıda yapılan araştırmalara göre on kişiden biri, normalde üzüntü vermesi gereken bir olay karşısında üzülmüyor, sevinç veren bir durumda ise sevinç hissetmiyor.
Aslında bugün dünyada yaşanan katliam, soykırım, tehcir ve işkence görüntüleri, tarihin hiçbir döneminde olmadığı kadar açık biçimde sergilenirken, dünya nüfusunun bunu sıradan bir tablo gibi izlemesi, bahsettiğimiz hastalıkla ilgili olsa gerek.
Peki bir kişinin ya da ailenin değil, topyekûn kocaman bir halkın aidiyet, özbenlik, ümit, örf, dil, sıla gibi duygularına kör olmayı bırakın yok saymak, bu aleksitimi hastalığından çok daha ağır değil midir?
Peki yarın, kronik ırkî maraza mübtela olup tam da şifa bulma vakti iken çok daha aşırı bir patoloji ile ‘hayır ellere var sana yok' tavrına bürünenlerin yarın muhtemel bir bela karşısında “ah mümin kardeşim, senle ben et ve tırnak gibiyiz, aynı elmanın iki yarısıyız” vaazları eskisi kadar heyecanla dinlenir mi? Sanmam…
Büyük şeytanın dolmuşuna bindikten sonra nerelerde inildiğini bugünün tüm dünya halkları bilmektedir.
Tıpkı muhtaç olduğu kudreti, hammaddesi olan ateşte gören İblisin, sözüne aldanınca cennetten yeryüzüne inildiğini de her Ademoğlunun bilmesi gibi.
O halde şurada iki yıldan az kalan seçimlerde adeta büyük bir oy kaybı yaşama pahasına rağmen ve bölgedeki en sadık dostunu, kardeşini, sihirbaz siyonistin eline bırakma riskine ve adeta Ye'cüc Me'cücün seddini kırıp atma tehlikesine rağmen alabildiğine keskinleşmek nasıl izah edilebilir.
Ve bu hafta sonu ne olur, yarınlar ne getirir belli olmaz, ancak bir tarafta ise duyguları harekete geçirirken Peygamber Sevdası ile, İlim ile, Kur'an aşkı ile, Allah için verilen canlar ile gönüllerde kurulmuş muhteşem bir taht var.
Elhasıl, yol O'nun, varlık O'nun gerisi hep angarya ise, şunun bunun ne dediğine, ne hileler çevirdiğine bakmak yerine himmeti Hakk'ın rızasına teksif etmek vazife olarak yeter de artar.
Zira Cenab-ı Mevlâ, sağa sola sapmadan ‘kendisi için cehdedenlere elbette yollarını gösterecektir.'(Ankebut 69)