Beşinci kez toplanan üçlü zirveye Ankara’nın ev sahipliği yapması ayrıca önemliydi. Çünkü bunun; İdlib, barış koridoru, mülteciler ve Suriye’nin toprak bütünlüğü gibi konularda Türkiye’nin hassasiyetlerinin daha net anlaşılması gibi bir yönü vardı.
Zirvenin hemen öncesinde Şam yönetimi, daha önce özerklik görüşmeleri yaptığı PYD ve YPG ile birlikte SDG’yi ayrılıkçı terör örgütü ilan edip BM’ye şikayet etti. Bu jestin, görüşmelere ve sonuç bildirisine etkisinden ziyade, İran ve Rusya’nın ortak noktasına Türkiye’nin biraz daha yaklaşmasını amaçladığı açıktır.
Gelinen noktada Türkiye ile Şam rejiminin resmî ve açıktan buluşması değil belki, ancak “terör örgütü yaklaşımı” ile sınırlı bir görüşme hatta ortak adım atma pratiği beklenebilir. Cumhurbaşkanı Sayın Erdoğan’ın, “bölgede hayırlı gelişmeler olabilir” sözü bunu da anlatıyor olabilir.
Öte yandan her ne kadar halihazırda, Türkiye bu husustaki kartlarını azaltsa da, sahadaki yapılara yüklenen misyonların her ülkenin kendi çıkarıyla izah edilmesi elbette ki, köklü çözüm için daha bir çok zirvenin yapılması gerektiğine işaret etmektedir.
Zira sonuç bildirisinde, ‘kararı aldık’ yerine ‘teyid ettik’, ‘vurguladık’, ‘gözden geçirdik’ gibi ifadeler kullanılması, tarafların bu mutabakatın avantaj değerini öncelediklerini ortaya koymaktadır.
Ancak asıl mesele, tabi ki ABD’nin bölgede ne yaptığıdır. Cumhurbaşkanı Sayın Erdoğan’ın konuşmasında, ağırlıklı olarak ABD’nin alanda izlediği stratejiye göndermeler vardı.
Cumhurbaşkanı, özellikle DEAŞ ile mücadele altında terör örgütlerine destek verilmesinin kabul edilemezliğini belirtti. Ve daha önceki sözlerini zirvede de dile getirdi: “Suriye sınırımız boyunca terör oluşumuna rıza göstermeden bu tür bir insani altyapıyı oluşturmamızda fayda olacağını anlattım. Nihai hedefimiz Suriye'nin kuzeyinde bir barış koridoru tesis ederek ülkenin bölünmesini engellemektir. Bunun için şayet Amerika ile iki hafta içinde arzu ettiğimiz sonuca ulaşamazsak kendi harekât planımızı uygulamaya başlayacağımızı her iki dostumuza da anlattım."
Şimdi, Suriye’den ABD askerlerinin çekilmesine de itiraz ettiği için Ulusal Güvenlik Danışmanı Bolton’ı görevden aldığı söylenen Trump ile Sayın Erdoğan’ın 21-25 Eylül tarihlerinde BM Genel Kurulu temasları içinde görüşmeleri bekleniyor.
Başındaki şahıs isterse Trump olsun, ABD’nin en büyük başarısı, görüştüğü herkesi bir şekilde kendi planına dahil etmesidir.
Hani ‘suya götürüp susuz getirmek’ diye bir söz vardır. Bu deyim, kızına tutulan çobana -asla yapamayacağını düşünerek- “koyunları sunun başına götürüp hiç su içirtmeden geri getirirsen kızımı sana veririm” diyen Bey’in hayal kırıklığını anlatır. Sunun başında çaldığı çok acıklı kaval ile koyunları su içmekten vazgeçiren çoban, beyin kızını almayı başarır.
Roller ters gibi ama bu hikâyenin de çobanı yine ABD olacak gibi gözüküyor. Sebep açık: Kendisiyle bütün bağları koparmadan görüşen herkesi suya götürüp susuz getirmeyi hep başarmıştır da o yüzden.
15 Temmuz’un başarısızlığı ve bir takım tasfiyelerin ardından S 400’ün alınması ile ABD Türkiye arasındaki belki yüzlerce bağdan bir iki tanesi kopmuştur. Ancak mevcut siyasi ve ekonomik gücüyle Türkiye’nin ABD’den vazgeçme söylemi, fazla iddialıdır. Ama sonuçta patriot alımı gibi birtakım pazarlıklarla da olsa, temenni odur ki, suya varıp da susuz gelmeden Türkiye, ABD’ye rağmen bölgedeki varlığını tahkim etsin.
Zirve demişken Putin’in, Kuran’dan ayet meali okumasını es geçmeyelim.
Okuduğu ayetin içeriği bir yana, şöyle bir mesaj da vermiş oldu sanki: “Siz ey kendilerine Müslüman geçinen etkililer, yetkililer! Hani şu inandığınız, okuyup dinlediğiniz kutsal Kitabınız var ya, onun etrafında birleşmez, onunla amel edip hükmetmez iseniz, elimizdeki bu zavallı halinizden kurtulamazsınız.”