Allah’ın adıyla
Ümmetin azaları olarak her bir parçamız ayrı bir cendereden geçmekteyiz. Daha önce adını bile duymadığımız coğrafyalarda Müslümanların ezildiği haberlerini alıyoruz. Bir yerin acısını yaşarken ve derdine çare olamazken; başka bir coğrafya kanamaya, daha doğrusu kanayan yarası akmaya başlıyor.
Derdimizi Filistin bilirken; işgal edilen Afganistan ve Irak, küresel İslam-Küfür savaşına yüzümüzü çevirdi. Ancak bununla da kalmadı Ogaden, Arakan diye yerler duyduk çaresiz Müslümanların feryatları yükselen.
İçimizi serinleten yerler de vardı. Hamas, Filistin’de idareyi ele alıyor; Hizbullah, İsrail’e ağır bir yenilgi tattırıyordu. Daha sonra Türkiye’den bile daha laik Tunus, İslami hassasiyeti olan insanların yönetimine geçiyordu. Mısır’da firavun devriliyor, Libya’da vahşi Kaddafi öldürülüyordu. İslam Dünyası’nın farklı yerlerinde baş gösteren başkaldırışlar Ümmet’e ümit pompalıyordu.
Ancak imtihan dünyasında zafer öyle kolay değildi. İlkin Suriye imtihanı başladı. Sonu belirsiz bir savaş, yönü muğlak bir saldırı ve düne kadar muvaffakiyetlerine sevindiğimiz tarafların farklı cephelerdeki savaşı. Fitne kazanı kaynamaya devam ediyor.
Suriye halkının elim vaziyeti gözler önündeyken aklımıza 100 yıl öncesinin Anadolu toprakları geliyor. Bir yandan emperyalist güçlere karşı canhıraşane mücadele, diğer yandan idareyi ele geçirenlerin halka yönelik amansız kıyımları…
Ve aklımıza Üstad’ın rüyası geliyor.
Hakikatli bir rüyayı hayaliyede, Harb-i Umumînin beşinci senesinde, bir acip rüyada benden soruldu:”Müslümanlara gelen bu açlık, bu zayiat-ı maliye ve meşakkat-i bedeniye nedendir?”
Rüyada demiştim:”Cenâb-ı Hak bir kısım maldan onda bir veya bir kısım maldan kırkta bir, kendi verdiği malından birisini bizden istedi; tâ bize fukaraların dualarını kazandırsın ve kin ve hasetlerini men etsin. Biz, hırsımız için tamahkârlık edip vermedik. Cenâb-ı Hak, müterakim zekâtını, kırkta otuz, onda sekizini aldı.
Hem senede yalnız bir ayda, yetmiş hikmetli bir açlık bizden istedi. Biz nefsimize acıdık; muvakkat ve lezzetli bir açlığı çekmedik. Cenâb-ı Hak, ceza olarak, yetmiş cihetle belâlı bir nevi orucu beş sene cebren bize tutturdu.
Hem yirmi dört saatte bir tek saati, hoş ve ulvî, nuranî ve faydalı bir nevi talimat-ı Rabbâniyeyi bizden istedi. Biz tembellik edip o namazı ve niyazı yerine getirmedik.
O tek saati diğer saatlere katarak zayi ettik. Cenâb-ı Hak, onun kefareti olarak, beş sene talim ve talimat ve koşturmakla bize bir nevi namaz kıldırdı” demiştim.
Evet, “Musibet şerr-i mahz olmadığı için, bazen saadette felâket olduğu gibi, felâketten dahi saadet çıkar” düsturunca bu musibetlerden de saadet çıkacağına kanaatimiz vardır.
Ve Mısır. İslam-Küfür savaşının kadim mekânı… Firavun devrildi diye düşünürken Müslümanların iktidarına tahammül edemeyen yeni firavunlar türedi. Veya şairin dediği gibi
Diller, sayfalar, satırlar
(Ebu Leheb öldü) diyorlar:
Ebu Leheb ölmedi, ya Muhammed;
Ebu Cehil, kıtalar dolaşıyor!