Türkiye’de Türklüğün ve Laikliğin fikir babalarından olan Ziya Gökalp, Osmanlılar sonrası yeni toplumun inşası sürecinde çok etkili olan ender insanlardan biridir. Din-toplum ilişkilerinin temellerini işlediği yazılarının neredeyse tamamında İslam’ın ahlak ve maneviyatına dair kısımlarına uzun uzun atıflarda bulunmuş, bireysel ve zihinsel anlamda İslam’ın ahlaki değerlerinden mutlaka istifade edilmesini yazıp durmuştur. İslam dininin kişilerin ruh terbiyeleri için kullanılmasını, ancak cemiyete dair işlerden uzak tutulmasını salık vermiştir. Yani aslında daha o günden; yeni toplum inşası dine göre yapılacağına dinin yeni toplum inşasına göre yorumlanarak kullanılmasını söyleyip durmuştur. Tabi bu yeni inşanın temel harcı olarak da etnisiteyi koymuştur. Ona göre; ‘Muasır bir İslam Türklüğü’ ortaya çıkarılmalıdır.
Avrupa’dan gelen laiklik ile milliyetçiliğin muazzam bir ustalıkla İslam ile yoğrularak yeni bir ‘Türk Tipi Laiklik’ üretilmesinin sanatkârı Ziya Gökalp’tir. Nitekim Mustafa Kemal; bedenimin babası Ali Rıza Efendi, zihnimin Namık Kemal, fikirlerimin babası ise Ziya Gökalp’tir, derken onun bu ustalığına işaret etmiştir. Türkiye’deki Laikliğin Avrupa laikliğinden farkı da tam olarak bu noktada başlar. Avrupa’da; din devlet işlerinden ayrılmış, dinin sosyal hayata dair esasları budanarak bir ruhbanlığa dönüştürülmüştür. Türkiye’de ise dine yapılan operasyon daha geniş kapsamlı tutulmuş, din suiistimal edilerek etnisitenin hizmetine konulmaya çalışılmış; Türklük, İslam ümmeti yerine asıl üst kimlik olarak tedavüle sokulmuştur. Din de, Türklüğün üst kimlik olarak meşrulaştırılmasının aracına dönüştürülmüştür.
Bugün Kemalizm diye topluma sunulmaya çalışılan ideoloji de tam olarak; Türklüğün dinin de suiistimal edilmesi ve dönüştürülmesi ile topluma üst kimlik olarak dayatılmasından başka bir şey değildir. Bu coğrafyada yaşayan insanların aslında bir noktaya kadar meşru olan milliyetçiliği(müspet milliyetçilik) ile dini hassasiyetleri, proje sahiplerinin dikkatlerinden kaçmamıştır. Bu iki hassasiyet, çok acımasızca suiistimal edilerek yeni bir din şeklinde sahaya sürüldü. Aslında bu toplumun hayat damarlarını kesen, birlik ve beraberliğinin temel dayanaklarını yıkan bu yeni ideoloji; batı toplumunun bize karşı şimdiye kadar kazandığı en büyük zaferidir. Zira bir ırkın dini meşruiyet ile üst kimlik olarak toplumlara dayatılması kadar itici bir şey olamaz. Bütün ortak paydaları, bütün birleştirici unsurları darmadağın eden bu tümör, daha bir asır geçmeden çok ağır bir tahribat bıraktı.
Türkiye’deki muhafazakar-dindar kesimlerin Kemalizm karşısındaki mevzilerini terk etmeleri, onların da bu tuzağa çok kötü düştüklerinin açık alametidir. Milliyetçi ve dini hassasiyetlerin bir zaafa dönüştürülmesi dindar kesimlerin bütün direnç noktalarını yıktı. Onların bugün; “ya aslında Atatürk de bu ülkenin bir gerçeğidir. Her ne kadar İslam’a çok fazla zararı olmuş ise de neticede çok başarılı ve aynı zamanda yerli bir devlet adamıdır. Bunu kabul etmek zorundayız” demeleri vicdanlarını teselli etmeye yetmeyecektir.
Geldiğimiz nokta her ne olursa olsun; Kemalizm hiçbir zaman yerli ve meşru olmamıştır. Bu coğrafyadaki “ümmet” konseptini her ne kadar “Türklük” ile değiştirmiş ve onanmaz zararlar vermiş ise de hiçbir zaman yerli olmayacaktır.