İhtilaf, insanların fıtratlarından gelen bir özelliktir. Bu özellik mümin olsun kafir olsun az çok her insanda vardır. İnsanların olduğu her yerde, kesinlikle ihtilâflar da vardır. İnsanların farklı mizaçlara sahip ve tartışmacı yaratıklar olduğunu dikkate aldığımız zaman, bu durumu belli bir ölçüye kadar normal karşılamamız gerekir. Birçok konuda birbirinden farklı yönelişlere, değer ölçülerine sahip olan insanlar, elbette ihtilâflara düşecek ve bu ihtilâflar çerçevesinde tartışacaklardır.
Bu itibarla, insanlar yaşadığı sürece, yeryüzünde bu ihtilâfların kökünü kazıyabilmek, bu ihtilâfları ortadan kaldırabilmek mümkün değildir. İnsanları ortadan kaldırmadan ihtilâfları ortadan kaldırmanın imkansız olduğu gerçeğini dikkate aldığımız zaman, ihtilâfların kökünü kazımak gibi ütopik bir hedefe değil; ihtilâflara bilinçli yaklaşmak gibi reel bir hedefe yönelmemiz gerektiğini anlayabiliriz.
Şu halde ihtilafları yok etmek değil, doğru istikamet üzere kontrolde tutmamız ve yönetebilmemiz önemlidir. İnsanlar arasında vuku bulan temelsiz ihtilâfların başlangıç itibarıyla meyvesi belirsiz tohumlar gibidir. Bu ihtilaf tohumlarının meyvesini belirleyen en önemli unsur ise, ihtilâfların keyfiyetinden ziyade; insanların bu ihtilaflara ilişkin yaklaşım ve yorumlama biçimidir.
Mesela maddi konulardaki bir ihtilâf, bazen insanların cömertliğine, fedakarlıkta bulunmalarına ve bazı haklarından vazgeçerek daha olgun bir kimliğe ulaşmalarına sebep olabilir; bu insanların birbirlerini dinlemelerine, birbirlerini daha iyi anlamalarına, fikirlerinin olumlu yönde değişmesine ve gelişmesine katkıda bulunabilir. Ama bazen de insanların taassupla cedelleşmesine, birbirlerini tahkir ve hatta tekfir etmelerine de neden olabilmektedir.
Oysa farklı neticelere sebep olan bu ihtilâflar, çoğu zaman birbirine benzer ihtilâflardır. İhtilafların amacı birdir, ancak bu ihtilâflara ilişkin insanların yaklaşımları farklıdır. İşte bu farklı yaklaşımlar, farklı neticelere sebebiyet vermektedir. İhtilaflar konusunda en önemli mesele, ihtilaflara ilişkin müsbet yaklaşımdır. Çünkü herhangi bir ihtilâfın müsbet veya menfî sonuçlara sebep olması, genellikle bu gibi ihtilâflara yaklaşımla ilgilidir.
Hepimizin bildiği gibi, bugün Müslümanların ayrılmasına, dağınık ve birbirinden kopuk yaşayışına, birbirlerine düşmesine neden olan birçok fitne ve fesadın kökeninde, küçük veya büyük bazı ihtilâflar bulunmaktadır. Dolayısıyla bu fitne ve fesadın ortadan kalkabilmesi, söz konusu ihtilâflara Kur’anî bir bilinç ve rahmete dayanan ahlâkla yaklaşabilmemize bağlıdır.
İhtilâfların Kaynağı bilgi yetersizliğidir: günümüzdeki ihtilâfların kaynağı, temelde nefsidir. Grup taassubunun da aslında bu nefsi hevalardan kaynaklandığını belirtmek gerekir. Ümmetin başı (Halife) olmadığı için, Müslümanlar cemaatleştikçe, siyasi ihtilaflar ortaya çıkmaktadır. Kimin kime tabi olacağı, liderin alim mi, emir mi, efendi hazretleri mi olduğu toplumun velayet hakkının kime ait olduğu soruları o zaman daha öne çıkacaktır.
Her grubun İslam cemaatini kendisinin temsil ettiğini, kendi dışındakilerin bir şekilde sapma içinde olduğunu zannetmesi, hatta buna inanıp başkalarına dayatması baştan problem olmaktadır. Hele hele, İslam’ın hakim olması durumunda, ihtilafın tefrikaya, tefrikanın tekfire, tekfirin de savaşa dönüşme sebebi olabilir. Bunun acı örneğini Afganistan cihadında görmüştük.
Nitekim Afgan mücahitleri birlik halinde hareket ettikleri müddetçe bir süper gücü, Sovyetlerin Kızıl Ordusunu dize getirdiler, perişan edip memleketlerinden kovdular. Ama ne zaman ki kendi aralarında iktidar hesaplarına girdiler, ikinci bir emperyalist gücün Amerika’nın gelip aralarına girmesine ve topraklarının yeniden işgale uğramasına neden oldular. Her yerdeki Müslümanların bu hazin tabloya bakarak ibret almaları gerekir.
İşte kalplerdeki bu hastalığı en iyi bilen Allah (cc), mümin kullarını şöyle uyarmaktadır: “Allah’a ve Resulüne itaat edin, birbirinizle çekişmeyin; yoksa gevşeyip korkuya kapılırsınız da rüzgarınız -kuvvetiniz- elden gider. Bir de sabredin. Çünkü Allah sabredenlerle beraberdir.” (Enfal: 46)
Alimlerimiz ayet-i kerimede geçen “riyh=rüzgâr” kelimesi, kuvvet, yardım ve devlet karşılığında mecaz olarak kullanıldığını söylerler. Ama bana gerçek manası daha etkili geliyor. Eğer bir şeyin rüzgârı gitmiş, içindeki havası boşalmışsa patlak lastik gibi onunla hiçbir yere gidilmez. Ayet-i kerimenin son kısmındaki uyarı ise, çok daha anlamlıdır: “Bir de sabredin. Çünkü Allah sabredenlerle beraberdir.”
Sabır hikmetin başıdır, hikmet ehli insanlar, teenni ile hareket ederler. Onlar birbirlerini anlamak için önce dinlemeyi prensip bilirler. Karşıdakinin sözünü kesmeden dinlemeye sabreder, tahammül gösterirler. Aslında bu bir zillet değil, müminler arasında mutlaka olması gereken ahlaki bir ilkedir. Rabbimiz (cc), müminlerin vasfı olan bu ahlakın niteliklerini şöyle tarif eder: “Onlar ki, sözü dinler ve en güzeline uyarlar. İşte onlar, Allah’ın doğru yola ilettiği kimselerdir. Gerçek akıl sahipleri de onlardır.” (Zumer: 18)
Yine “Senin sözün hak olmalı, ama hak yalnız benim sözümdür demeye hakkın yoktur.” Diyen Üstad Said’i Nursi (rahmetullahi aleyh), çok güzel bir ölçüyü elimize veriyor. Sana göre karşı tarafın görüşü yanlış olabilir. Zaif de olsa delili olduğu sürece saygı duymak gerekir. Delilsiz ve mesnetsiz görüşlere gelince onları da hemen bir reddiye çekmeden önce, hikmetle doğrusunu anlatmak, kendi delilimizin izahını yapmamız gerekir.
Aslında Müslüman gruplar arasında ihtilaf edilen noktalar, sanıldığı kadar çok değil ve pek derin de değildir. Birtakım yanlış dini telakkilerden kaynaklanan sorunlar var. Onun da temelinde bilgisizlik ve ahlaki zafiyet yatıyor, nice ihtilaf gibi gözüken sorunların temelinde ahlaksızca yaklaşımlar var. Kendi kanaatlerimizi din zannetmemiz problemi var. Bunları aştığımız zaman önemli bir ihtilafın ortada kalmadığını görmüş olacağız.
Problem gibi görünen diğer bir mesele de geçmişi aynen mi kabul edip tekrar edeceğiz, yoksa yeniden mi yorumlayacağız? Meselesidir. Kuşkusuz ataların yolunu kutsal kabul eden bir anlayış gibi, her mirası reddeden modernist ve reformist çizgi çözüm değildir. Geçmişinden beslenemeyen aydınlar geleceğini göremez. Sürekli geçmişle gelecek arasında bir bağ vardır. Bu bağı koparanlar karanlıklar içinde kalırlar. Bizler bu bağı dikkate alarak hareket etmeliyiz.
Bugün “Müsteşrikler” denilen gayr-i İslami bir akım vardır ki, durmadan Müslümanlar arasında ihtilaf konusu olmuş meseleleri, ısıtıp ısıtıp yeniden gündeme getirmekteler. Bunlar bir yandan eski ihtilaflar üzerinden düşmanlığı körüklerken, diğer yandan da yeni yeni ihtilaflar üretmekte ve Müslümanların enerjisini burada tüketmektedirler. Müslümanlar arasındaki ihtilaflı meseleleri gündeme getirmeyi meslek edinen birisi ya müsteşriktir ya da bilmeden onların güdümüne girmiş gafil birisidir.
İslam düşmanı müsteşriklerin en çok kaşıdığı ve her zaman gündemde tutmaya çalıştıkları mesele, Şii-Sünni ihtilafıdır. Bu oyuna gelen Müslümanlar, karşıt iki düşman gibi birbirleriyle atışırken, ana merkeze zarar vermekte, ortak direği devirmekte ve tek ümmet olma bilincini yok etmektedirler. Artık harici düşman unutulmuş, kafirlerle hiçbir meseleleri kalmamış gibi hedef içe döndürülmüştür. “Önce tekfir et, sonra katli vaciptir” deyip kafasını vur kültürü, ümmete kan kaybettirmekte, içimizi dağlamaktadır.
Bu oyuna gelmiş olan her iki tarafa da tutumumuz, taraflardan birini destekleyip diğerini kötülemek değil, her ikisini de itidale, vasat çizgiye çağırmaktır. Bunlara delili anlatmaktan önce gelmekte olan büyük tehlikeyi hatırlatmaktır. Kuşkusuz bu ümmet vasat bir ümmettir. Her hâlükârda orta yolu takip eden, aşırılıkları bu vasat çizgisinde ıslah edip eriten, karşılarına çıkan her fitne ateşini yüreğinde söndürebilen bir ümmettir.
Yüce Rabbimiz Müslüman Ümmetin bu özelliğini bizlere öyle tarif ediyor: “Böylece sizi vasat (orta yolu benimseyen) bir ümmet yaptık ki, siz insanlara şahitler (güzel örnek) olasınız ve Peygamber de üzerinize şahit (örneğiniz) olsun.” (Bakara: 143)
Bu ayet-i kerime, Müslüman ümmetin mahiyetini, görev ve sorumluluğunu özetlemektedir. Kendilerine gerçek konumunu tanımayı öğretmektedir. Kendi büyüklüğünün bilincine varmayı, gerçek boyutları ile rolünü değerlendirmeyi ve bu rolü oynamaya yaraşır biçimde hazırlıklı olmayı hatırlatmaktadır. Böylece kendisi bütün insanlığa örnek olurken kendi örneği de Allah’ın peygamberi sallallahu aleyhi vesellem olduğunun bilincine varacaktır.
Sonuç olarak İslam, düşünce, inanç ve ibadetlerde dahi aşırılıklara set çeken tedbirler yürürlüğe koymuş, herkesin yapabileceği miktarda helal, haram ve mübah sınırlarını belirlemiştir. Her hususta örneğimiz Allah’ın peygamberi sallallahu aleyhi vesellemdir. Bu sınırların dairesinde durmak Onun sünnetidir. Buna yapışanlar ancak kurtuluşa ermeyi başarır. Nitekim O, sallallahu aleyhi vesellem, “itidal (ölçülü olmak) benim sünnetimdir, kim benim sünnetimden yüz çevirirse o benden değil, ben de ondan değilim” buyurmuştur. (Müslim,)
Rabbimiz bizleri sıratı müstakim üzere ayaklarını sabit kıldığı ve Resulünün sünnetine sarılmayı meslek edinen kullarından eylesin. ÂMİN.
Mehmet Şenlik