Urfa'daki ilk havaalanı ihtiyaca cevap veremeyince daha büyük bir havalimanının yapılmasına karar verilir.
Şanlıurfa-Diyarbakır yolu üzerinde Hilvan ilçesine yakın bir yer tespit edilir, fizibilite ve alt yapı çalışmalarına başlanır.
Tespit edilen arazi üzerinde çalışmalar yapılırken o esnada hayvanlarını otlatmakta olan bir çoban merak eder ve sorar.
“Hayırdır ağalar, ne yapıyorsunuz burda?”
Cevap muhtemelen bir mühendisten gelir:
“Buraya havalimanı yapacağız, her gün koca koca uçaklar inip kalkacak.” der.
Bunun üzerine çoban hayretler içinde şöyle söyler:
“Buraya havaalanı olmaz ki, kış günü hiçbir yerde sis yokken burası sis içinde kalır.” der.
Mühendisler ne cevap verdiler onu bilmiyorum ama neredeyse bütün Urfalıların bildiği şey, bu itiraza rağmen havalimanının bu noktaya yapıldığıdır.
Urfalı çobanın ne kadar haklı olduğunu kışın burayı kullananlar acı bir tecrübe ile bilirler.
İbret-i alem olarak hiçbir yerde sis yokken Urfa havalimanının üstünün sisle kaplı olduğuna bizzat ben de birkaç kez şahitlik etmişim.
Türkiye'nin hikâyesi de biraz buna benziyor.
Üzerinde NATO adı verilen kesif bir sis bulutu olmasına rağmen, bunu yok sayarak bazı maceralara girişmenin bedelini Türkiye ağır bir şekilde ödemek zorunda kalıyor.
Başta İncirlik, Pirinçlik ve İzmir olmak üzere resmi anlamda NATO ve AB(D)'nin Türkiye'de birçok üssü bulunuyor.
Çok konuşulan ancak resmi olarak hiçbir zaman kabul edilmeyen gayr-ı resmi CIA üslerinin sayısını ise bilmiyoruz.
Darbeler geleneğinden gelen Türkiye'de bu darbelerin merkez üssünün nereler olduğunu işin erbapları iyi bilir.
“Bölgesel güç olalım, hatta aleme nizam verelim...”
Eyvallah, istemeyenin gözü çıksın.
İttihatçılar da benzer ham hayaller kuruyorlardı.
Durum biraz da kendi nizamına hakim olamayan bir ülkenin aleme nizam vermeye kalkışmasına veya açlıktan kıvranan bir insanın obezler için projeler geliştirmeye çalışmasına benziyor.
Ne hazindir ki hüsranla neticelenecek akibeti ayan beyan gördüğü için bu hakikati Urfalı ümmi çoban misali dile getiren insanlar, bazen cehalet, bazen gaflet, bazen de ihanetle suçlandılar.
Suriye meselesi baş gösterdiğinde “Osmanlı” rüyaları gören “derinlikli stratejik aklın” kesin olarak duvara toslayacağını söylemekten dilimizde tüy bitti.
91'deki Birinci Körfez Savaşı sırasında merhum Özal, ABD ile birlikte hareket edip Saddam'ı devirdikleri taktirde, “Bir koyup üç alacağız!” demişti.
Hem zaten Kerkük ve Musul Misak-ı Mili sınırları içinde değil miydi?
O dönemin çok derin stratejik aklı tarafından “Musul ve Kerkük'ü ilhak etme” rüyaları bile görülmeye başlanmıştı.
Şam'da Cuma namazı kılma hikâyesi gibi.
Sonuç tam bir felaket...
Ağır bir ekonomik krizle karşı karşıya kalan Türkiye, art arda gelen devalüasyonlar, istikrarsız koalisyonlarla uçurumun kenarına geldi ve belini bir türlü doğrultamadı.
Uluslararası siyaset terminolojisinde argo bir söz vardır:
“İti öldürene sürükletirler!”
Tam anlamıyla böyle bir sonuç yaşandı.
Küstürdüğümüz Arap-İslam coğrafyası, fitne ve kaos ortamının oluşmasına katkı sunma, topraklarımıza yerleşen işgalciler, tarumar edilen güzelim Bağdat vs.
Türkiye'nin Suriye merkezli dış politikasının da neredeyse aynı akibete düçar olduğunu esefle, ibretle ve zaman zaman da kahrolarak müşahade ettik.
Tesellimiz, kifayetsiz hiçbir suçlamanın etkisinde kalmayarak ve kınayıcının kınamasına prim vermeyerek dik bir duruş sergileme ve doğruluğuna inandığımız hakikatleri yetkili şahıslar başta olmak üzere her platformda dile getirmiş olmamızdır.
“Şamgen Antlaşması” ile komşuluk ilişkilerini doğru bir zeminde yürütme çabalarına hız veren Türkiye'nin bu hamlesi karşısında AB(D), birdenbire Esed'in diktatör olduğunu hatırlamış ve müttefiklerine “Esed'i devirelim” demişti.
Bunun bir tuzak olduğunu “Esedçi” ilan edilme pahasına en gür bir sesle dile getirdik.
Gelinen aşamada yüzde yüz haklı olduğumuz, yani müttefikimiz(!) AB(D)'nin Esed'i devirmek istemediği, bu konuda Rusya ile de resmen anlaştığı hakikati çıplak bir şekilde ortaya çıktı.
500 bin insanın ölümü, 13 milyon kişinin yerinden olması, kaybedilen itibar, Alem-i İslam'ı kuşatan fitne ateşi, tarumar edilen bir coğrafya, kardeşler arasına düşen su-i zan ve haritanın en beyaz noktasına düşen kan...
“Bunlara gerek var mıydı, bizi niye dinlemezsiniz behey Müslümanlar!” diyesi geliyor insanın.
Türkiye'nin siyonist işgalci ve Rusya ile anlaşması, Almanya'nın İncirlik ısrarı karşısında Ermeni karar tasarısına rağmen Sn. Başbakan'ın ifadesi ile “Buyursunlar!” noktasına gelmesi, Esed yönetimi ile Cezayir merkezli görüşmelerin yapılıyor olması ve anlaşma sırasının Mısır Fir'avun'u Sisi'ye gelmiş olduğunun açıkça ifade edilmeye başlanması vs.
Bütün bu olup bitenler karşısında tam bir hayal kırıklığı yaşayan kimi entelijansiya ve efkâr-ı umumiyesinin derin sükutu karşısında acı acı tebessüm ettim.
Bir Urfalı çobanı düşündüm, bir de işin mektebini okumuş(!) mühendisleri.
Sonra da Suriye meselesi baş gösterdiği günden bu yana en az on kez tekrarladığım şu sözü:
“Gayr-ı meşru tarike temessük, maksudun zıddına inkılab eder!”
(Doğru olmayan yöntemlerle yola koyulan, maksadının tam tersi ile karşılaşır)
“Ey Rabbimiz! Günahlarımızı ve işlerimizdeki aşırılıklarımızı bağışla, ayaklarımızı sabit kıl ve kafirler topluluğuna karşı bize yardım et!” (Al-i İmran,147)
NOT:Salı günü idrak edeceğimiz Ramazan Bayramınızı tebrik eder, bu mübarek günler hürmetine ümmet olarak iliklerimize kadar hissettiğimiz çaresizliğimizi, cürümlerimize rağmen sona erdirmesini Cenab-ı Allah'tan niyaz ederim.