Ticaret yapanlarımız, müşterinin malın karşılığını en kısa zamanda veya filan zamanda ödeyeceğim dediği halde paramızı bazen aylar veya yıllar geçmesine rağmen veya hiçbir zaman alamadığımız olur. Bazen de güpegündüz ulu orta yerde malımız çalınır. Kasamız soyulur veya malımız gasp edilir. Elbet bu bizi üzer ve sıkıntıya sokar. Malımızın karşılığını alıp alamayacağımızı düşünürüz.
Net olarak şu bilinmelidir ki bizim hiçbir hakkımız kimsede kalmaz. Bu dünyada alamadığımız haklarımız veya alacaklarımız kıyamet gününde bize zerresine kadar ödenir. Bu her hakkımızdan vazgeçeceğimiz anlamına gelmez. Ancak bazen alacağımızın olduğu kişi gerçekten mağdur ve zor durumda olabilir. Böyle bir durumda borcu ertelemek ve belli bir zamana kadar mühlet vermek ve hatta gücümüz elveriyorsa ve durumumuz müsait ise bu alacağımızdan vazgeçmemiz en doğru şeydir.
“Eğer borçlu darlık içindeyse, ona eli genişleyinceye kadar mühlet verin. Eğer bilirseniz, (borcu) sadaka olarak bağışlamanız, sizin için daha hayırlıdır.” (Bakara 280)
Alacağımızı bağışlamamız malımızın karşılığının kaybolduğu anlamına gelmez. Allah bu alacağın karşılığını bize kat kat fazlasıyla verir. Allah Afuv'dur, affetmeyi sever. Öyleyse af yolunu tercih etmek gerekir.
Biz alacaklı isek alacağımızın karşılığını alamazsak da üzülecek bir durumun olmadığını belirttik. Ancak başkalarının bizden alacağı varsa, o zaman ne yapıp yapıp bu borcu ödememiz gerekir. Çünkü kul hakkı ile rabbimizin huzuruna gitmemiz en kötü şeydir. Allah hiçbir zaman kul hakkını affetmez.
Kul hakkı hacla da af olmuyor, şehitlikle de. Bu haklar için sahibi ile helalleşmek gerekir. Dünyada helalleşmezsek, ahirette sevaplarımız o kişiye verilerek helalleştirilecektir. Mal sahibi ölmüş ise, vârisine bu borcu ödemeliyiz. Vârisi yoksa veya mal sahibi bilinmiyorsa, salih bir fakire hediye olarak verip, sevabını sahibine göndermeliyiz. Salih fakir yoksa İslamiyet'e hizmet eden hayır kurumlarına, vakıflara veririz.
İflas etmiş vaziyette rabbimizin huzuruna gitmemeliyiz. İflas deyince dünyada malını tamamen yitirmiş kişi aklımıza gelir. Alacaklılar kapısına dayanır ve borcunu ödeyebileceği bir malı da kalmamıştır. Ancak asıl iflas ahiretteki iflastır.
Peygamberimiz (s.a.v.): “Müflis, şu kimsedir ki, kıyamette, defterinde pek çok namaz, oruç ve zekât sevabı bulunur. Fakat bazılarına çeşitli yönden zararı dokunmuştur. Sevapları, bu hak sahiplerine dağıtılır. Hakları ödenmeden önce sevapları biterse, hak sahiplerinin günahları, bunun üzerine yükletilip Cehenneme atılır” buyuruyor.
Hacca giden kişi kapı kapı dolaşarak helallik diler. Bunun sebebi mebrur bir hac ile memleketine dönüp cenneti hak etmektir. Ölen kişinin cenaze namazı kılındığında cemaatten helallik dilenir. Bunun sebebi de bu zatın üzerinde kul hakkı olmadan Rabbinin huzuruna gitmesidir.
Peygamberimiz (s.a.v.):“Kaçmayarak, yalnız Allah'tan sevap bekleyip sabrederek, düşmana karşı durduğun halde öldürülürsen, borçlarından başka bütün günahlarına kefaret olur. Bunu bana Cibril söyledi” buyuruyor. (Müslim)
Bu Hadis-i Şeriften çok önemli bir hakikat dersi alıyoruz: Şehitlik de kul hakkını kaldırmıyor.
Allah yolunda canını veren bir mümin bunun büyük mükâfatını görmekle birlikte, kullara olan borçlarından kurtulamıyor. Zira kul hakkının affını Cenâb-ı Hak kula bırakmış. Aynı şekilde, samimi tövbe eden bir müminin de geçmiş günahları affolunuyor, ama kul hakkı bu affa da girmiyor.
“Tövbekâr olanlar hakkında hukukullah dâvâsı takip edilmez. Ancak hukuk-u şahsiye dâvâsı kalır.” ( Hak Dini Kur'an Dili)
Meselâ, gıybet eden bir insan gıybet ettiği kimseden helâllik almadıkça bu günahın cezasından kendini kurtaramaz.
Kur'an-ı Hakîm'de, ilk bakışta kul hakkı gibi görünen ve kullar arasındaki adalet esaslarını tespit eden birçok ayetlerden sonra, “İşte bu Allah'ın hudududur, onu tecavüz etmeyin.” mealinde İlâhî ikazlar gelir. Demek ki, kul hakkını çiğnemek, Allah'ın hududuna tecavüz olarak kabul ediliyor. Artık böyle bir cinayeti işleyen insan kime iltica edecek, kimden yardım dileyecektir?