Star Gazetesinden Cemil Koçak, Cumhuriyetin ilk yıllarındaki ırkçılığı göz önüne seren bir yazı yazdı. Koçak her ne kadar Türkçeden başka yabancı dillerin yasaklanmasıyla ilgili bir yasa teklifinin verildiğini ve yasalaşmadığını söylüyorsa da gerçekler hiçte öyle değildir.
O dönemde Kürdistan'da Kürtçe konuşmak yasaklanmış ve bu yasağa uymayanlara para cezası dahil bir çok aşağılayıcı cezalar verilmiştir. bunu özellikle büyüklerimizden çok dinledik. Mesela bizim köyde Jandarma karakolu vardı. O dönemde yaşayanların ifadesine göre "Jandarma köyde Kürtçe konuşanları yakalayıp dövüyorlar, daha sonra da para cezası veriyorlardı." Bundan dolayı da köyde insanlar yüksek sesle Kürtçe konuşmaktan korkuyorlardı. Bazen seslerini biraz uzakta olana duyurmak için bağırdıklarında ise o bilmedikleri Türkçe ile sesleniyorlardı. Tabi ne Türkçe! yarısı Kürtçe yarısıda Türkçe olan acaip bir dil ortaya çıkıyordu. Yaşanmış bazı olayları anlattıklarında insan gülmekten kırılıyordu. Elbette gülmekten ziyade insanları utanç içinde bırakması gereken -bu yasakları koyanlar açısından tabi- bu olayları insanlarımız yine de bir mizah olayına dönüştürmüşler ve o kafatasçı zihniyeti adeta ti ye almışlardı.
Peki bugün durum çok mu değişmiş! Resmi olarak yasaklar kalkmış olabilir. Ama batı illerinde Kürtçe konuştuğunuz zaman insanlar size ters ters bakar, tahammülsüzlüklerini bazen dille de yüzünüze ifade eder. Kemalistler bu şekilde Kemalizmi benimsemeyen Türkler arasında bile -bazılarını tenzih ederim- milliyetçilik anlamında bir zihniyet devrimini maalesef gerçekleştirmişlerdir. Editör
Cemil Koçak'ın ibretle okunması gereken yazısı...
Vatandaş Türkçe konuş
CHP milletvekili Sabri Toprak’ın 27 Aralık 1937 tarihli “millî Türk dili yerine yabancı dil kullananların cezalandırılması” hakkındaki yasa tasarısı, her ne kadar benimsenmemişse de, dönemin ruhunu anlamak bakımından iyi bir örnektir. Yasalaşmamış olması, onun ruhunun benimsenmediği, reddedildiği ya da paylaşılmadığı anlamına gelmez. Çünkü tasarının ruhu, dönemin ruhuyla örtüşmektedir. Zaten böyle bir ruh örtüşmesi olmasaydı, Toprak bu türden bir öneride bulunma cesaretini gösteremezdi. Dönem, sadece kendi ruhuna uygun olan yasa tasarılarının seslendirilebildiği bir dönemdir. Aksi bir olguya henüz rastlanmamıştır.
Bu yasa “Millî ve ırkî lisan” meselesi
Tasarının ilk maddesi şöyle düzenlenmişti: “Türk devleti tâbiiyetinde olup [da], millî ve ırkî lisanlarından gayri bir ecnebi lisanını, millî Türk dili, yahut ırkî dili yerinde [yerine] olarak, yalnız oturdukları evin haricinde, gerek âilesi efradı ile [ve] gerek[se] diğer bir vatandaş ile konuşmayı itiyat edenler [edinenler], yirmi dört saatten bir haftaya kadar hapsolunurlar veyahut on liradan yüz liraya kadar nakdî para cezası ile mahkûm olurlar. Bu nakdî cezanın yarısı cürmü bulan memurlara mükâfat olarak verilir.”
Tasarıya göre, anadilleri ne olursa olsun Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının Türkçeden başka bir dille ancak “oturdukları ev”de konuşmaları mümkündü. Toprak, kamusal alanda hiç kimsenin Türkçe dışında “yabancı dil”le konuşmasını istemiyordu.
Konuşanı ihbar edene de ödül
Türkçenin dışındaki bütün diğer lisanlarsa bu tanıma girmekteydi: “Ecnebi lisan”. Tasarının gerçek amacı, Türkçe konuşmayanların kamusal alanda, mahrem olmayan yerlerde gerek arkadaşları ve gerekse aile üyeleri arasında dahi kendi anadillerini kullanmalarını engellenmekt. Bu katı uygulamanın ancak para ve hapis cezası öngörülerek gerçekleştirilebileceği düşünülmüştü. Fakat faillerin yakalanması için yeterli ölçüde muhbire de ihtiyaç vardı. Bu da düşünülmüş ve muhbirlere her vak’a için nakdî mükâfat vaat edilmişti. Nakdî cezanın yüksek tutulmuş olması, sadece faillerin gözlerini korkutmak için değil, fakat aynı zamanda görevlilerin heyecanını artırmak için de olmalıydı.
Aksi halde diplomalar iptal edilecekti!
Tasarıya göre, mahkûm olanlar; öğretmenlik, doktorluk, avukatlık, fabrikatörlük, gazetecilik yapamazlar; gazetelerde, dergilerde de yayın yapamazlardı. Ellerinde bulunan meslek diplomaları da geri alınır ve iptal edilirdi. Böylece cezaların şiddeti de artırılmış oluyordu. Mahkûm olanların mesleklerinden ihraç edilecekleri ve bir daha mesleklerini icra etmelerine de imkân olmayacağı tasarıda açıkça belirtilmişti. Özellikle meslek sahibi aydın sayılabilecek grubun hedef alındığı anlaşılmaktadır. Bu ifadeden hedef alınan grubun meslekî dağılımı da öngörülebilir. Meslek sahibi olanların bir şekilde tasfiyesi de bu vesileyle düşünülmüş olmalıdır. Bu vesileyle Türkçe konuşmayan meslek sahiplerinin mesleklerini icra etmelerinin önü alınmak istenmişti. Bir anlamda piyasaya politik bir müdahale söz konusuydu!
İşlem yapmayan memura da ağır ceza
Tasarıya göre, mahkûm olanlara, onlara yardımcı olanlara, bir aydan bir yıla kadar hapis cezası vardı; ayrıca yüz liradan bin liraya kadar para cezası söz konusuydu. Para cezasının yarısı faili yakalayan memurlara verilecekti. Daha önce aynı suçtan dolayı ceza almış olanlar, eğer uygulamada kendilerine kaçacak bir yer bulurlarsa, bu takdirde yeniden yakalandıklarında, bunların alacakları ceza eskisinden de ağır olacaktı. Meslekten uzaklaştırma cezası, elbette yurt dışındaki bazı uygulamalara heves edildiği izlenimini uyandırmaktadır. Bu, bir anlamda Türkleştirme sürecinin bir parçası olarak kabul edilmelidir. Cezaların tehiri de mümkün değildi. Takipte ihmalleri görülen memurlar için de ceza söz konusuydu: Onlar bir yıl için görevlerinden açığa alınacaklardı.
Potansiyel suçluların izlenmesinde mükâfatın yeterli olamayacağı da düşünülmüş olmalı ki, muhtemel muhbirlere de görevlerini aksatmaları ihtimaline karşı cezalar öngörülmüştü. Böylece memurlar gözlerini açık tutabileceklerdi. Gözlerini açık tutmaları, bir yandan alacakları mükâfat ile diğer yandan da kendi başlarının da belaya girebileceği ihtimalinden dolayı güvence altına alınmış gibiydi.
Muhacirler de dikkatli olmalı!
Yine de tasarının “hoşgörü”sünden söz etmek isteyenlere bir fırsat vermeliyiz: Çünkü bu kurallar, Birinci Dünya Savaşı sonrasında Türkiye’ye gelmiş olan muhacirler hakkında, yasanın yayın tarihinden ancak üç yıl sonra uygulanacaktı. Şimdiden sonra gelecek olan muhacirler hakkında da geliş tarihlerinden itibaren üç yıllık süre öngörülmüştü. Bu hüküm, her göçmenin ülkeye tam olarak ne zaman geldiğinin bilinmesi ve kanıtlaması bakımından uygulamada her ne kadar hayli sorun çıkaracakmış gibi görünse de; burada artık herhangi bir etnisitenin, cemaatin ya da azınlık grubunun lisanına karşı özel bir tutumdan değil de, tamamına yönelik genel bir politikadan söz edildiği yeteri kadar açıklanmış olmaktadır. Hiç kimse Türkçe dışında anadilini konuşamayacaktı. Tasarı, yasanın kabulünden altı ay sonra yürürlüğe girmesini öngörüyordu. Bu durumda Türkçe bilmeyenlerin Türkçeyi altı ayda öğrenebilecekleri öngörülmüş olmalıdır.
Tasarının ruhu dönemin ruhuydu
Tasarı dönemin ruhunu açığa çıkarmak bakımından yeterince anlamlı olmakla birlikte, tasarının gerekçesi de bizi bu konuda hayli aydınlatmaktadır. Toprak, özellikle gayri müslim azınlıkların ana dillerini konuşmalarını engellemek amacındadır. Ne var ki, tasarının özü Türkçe dışındaki bütün dillerin konuşulmasının yasaklanmasıdır. Toprak’ın tasarısında çok sık geçen “ecnebi” lisanları tanımı, Türkçenin gündelik ve siyasî kullanımında büyük ölçüde batılı yabancı dilleri içermektedir. Ancak Toprak’ın önerisinin yalnızca bununla sınırlı kalmadığı da görülmektedir.
Sabri Toprak’ın önerisinin gerekçesini de öğrenelim
“Bütün efradı aynı dille konuşan milletlerde millî şuur, millî duygu, tâbileri muhtelif lisan konuşan milletlerden daha yüksektir. Bütün efradı aynı lisan ile konuşan milletler, tâbileri muhtelif lisanla, bilhassa bir kısmı da ırkî ve millî lisanları yerinde [yerine] yabancı ecnebi lisan konuşan milletlerden pek daha kavi, pek daha satvetlidir. Bunun için millî hâkimiyetine kıskanç olan milletlerin lisanda, dilde vahdete dikkat [ve] itina etmeleri lâzımdır.
Bilhassa bir devletin, bir memleketin huzurundan, iktisadîyatından, şevketinden, hâkimiyetinden müstefit olan tâbilerinden herhangi bir zümre, devletin millî lisanını bırakarak, diğer ecnebi bir lisanla konuşursa, sokakta, kahvede, ticarethânelerde, gazinolarda, vapurlarda, tramvaylarda, şehirde, sayfiyede hulasa her yerde, kendi aralarında, herkesle ecnebi lisanla konuşmak suretile tâbiyetinde bulunduğu memleketin millî rengini bozmayı itiyat ederse, zümre efradının behemehâl tecziyesi, bu fena itiyattan men’i lâzımdır [ve] vaciptir.”
“Atatürk’ün, Ulu Önder’in şu yüksek işaretleri, millet için, hükûmet için ne âli bir dersi ibrettir, ne mükemmel, ne harikulâde bir millî dil siyaseti düsturudur: ‘Adana’nın 70.000 nüfusu olduğu halde maalesef büyük bir vatandaş kemiyeti tarafından güzel Türkçemiz konuşulmuyor. İster ihmal, ister lâkaydi yüzünden olsun, bu hâl memleketin selâmeti noktai nazarından asla tecviz edilemeyecek bir harekettir. Bu vatandaşların behemehal Türkçe konuşmalarını temin lâzımdır. Bu vazifeyi resmî ve gayri resmî alâkadar teşkilât yapmalıdır.’
Atatürk’ün bu yüksek emir ve irşatlarına göre, ırkî lisanlarını, millî lisanları olan Türkçeyi bırakarak, ecnebi bir dil ile konuşmayı itiyat ile güzel Türk İstanbul’un büyük bir parçasını bir ecnebi müstemlekesi şekline sokan vatandaşların bu sakim itiyattan men’i, tahtı vücuptadır. İşte Atatürk’ün bu âli ikâz ve emirlerine tevfikan bağlı kanun teklifi lâyihası tanzim kılınmıştır.”
Fenerbahçe Kulübü Başkanı da olan Sabri Toprak
CHP Manisa milletvekili (Memet) Sabri Toprak, "TBMM’nin ikinci döneminden itibaren toplam dört dönem CHP milletvekilliği yapmıştır. TBMM’nin ikinci döneminde (1923-1927) Saruhan milletvekili iken, üçüncü (bu dönemde milletvekilliğinden 23 Şubat 1929 tarihinde istifaen ayrılmışsa da, 2 Nisan 1930 tarihinde Cebelibereket’ten yeniden seçilmiştir), dördüncü ve beşinci dönemlerinde (1927-1935) Manisa milletvekili idi. 3. İnönü Hükümeti"İsmet İnönü’nün Takrir-i Sükûn Kânunu’nu da çıkaracak olan 3 Mart 1925 tarihinde kurmuş olduğu üçüncü hükümetinde ise tarım bakanı olarak görev almıştı. Bu görevine 1 Kasım 1927 tarihine kadar devam ettiyse de, daha sonra bakanlık yapamadı. Siyasî hayatının erken dönemlerinde 1912 Nisan-Ağustos Osmanlı Meclis-i Mebusanı" 1912 yılının Nisan ayından itibaren Osmanlı Meclisi Mebusanı’nın ikinci ve üçüncü dönemlerinde Saruhan milletvekili olarak yer almıştı. Bir ara Posta ve Telgraf Genel Müdürlüğü’nde de bulunmuştu. Fenerbahçe Kulübü’nün başkanlığını da yapmıştır. Kulübün internet sitesinde bu tarihler 1915-1916 olarak verilmektedir. Toprak, çok kısa bir süre sonra 19 Şubat 1938 tarihinde öldü.