En basit bir bakkal dükkânını bile zamanla işlerliğini kaybetmişse kapatır gideriz, başka bir yere kurarız. Başta kurarken yanlış bir yere kurmuşsak veya doğru bir seçim yapmamıza rağmen zamanla durum değişmiş ve işler iyi gitmiyorsa toparlanır gideriz başka bir semte, yerine göre başka bir memlekete.
“Burası benim doğup büyüdüğüm köyümdür, mahallemdir, vatanımdır demeyiz. Birazcık zor gelse de çeker gideriz oradan.
Bazen böyle ticaretimizin kesat gitmesinden, bazen can güvenliğimizden, bazen iklim değişikliğinden dolayı yaşadığımız diyarları terk ederiz, başka diyarları kendimize yurt ediniriz. Bu dünyadaki bütün toplumlar için geçerlidir.
Biz buna göç diyoruz, insanlığın tarihi kadar eskidir, yani insanlıkla birlikte göç denilen bu gerçek de vardır. Başlı başına bir inceleme konusu, hatta bir sosyal ilim dalıdır.
Büyük medeniyetlerin kurulmasında ve gelişmesinde göçün büyük katkıları olduğu gibi, küçük çaptaki göçlerin bile bireylerin, ailelerin başarılarındaki etkisini net bir şekilde müşahede ederiz.
Bütün bu durumlarda değişmeyen bir gerçek vardır; vatanın terk edilmesi. Demek ki yeri geldiğinde vatan terk edilebiliyormuş, demek ki yerine göre vatandan daha kıymetli değerler olabiliyormuş. Hatta en basitinden ticaret, maddi refah, sağlık gibi sebepler için vatan ikinci plana düşebiliyormuş.
Gelelim bizim şu hicretimize. Hicrette ticaretten, refahtan ve başka şeylerden çok daha önemli bir değer ortaya çıkıyor ve o değer uğruna vatan denilen şey hem de bir çırpıda gözden çıkarılabiliyor.
İmandır bu değer. Yani iman söz konusu olduğu zaman vatan basit bir teferruattan ibaret kalıyor.
Tarih boyunca bu hep böyle olmuştur. Zorbalar, zalimler inananları hep vatanlarından sürmekle, memleketlerinden çıkarmakla tehdit etmişlerdir. Bütün rasûllerin başına gelmiştir zalimlerin bu dayatması.
“İnkârcılar peygamberlerine dediler ki; And olsun ya dinimize dönersiniz ya da sizi yurdumuzdan çıkarırız…” (İbrahim 14)
Peki ne yapmış peygamberler, imanlarından vazgeçip vatanlarında kalmayı mı tercih etmişler? Elbette hayır, imanlarını tercih etmişler, vatanlarını terk etmişlerdir.
Aslında Hz. Muhammed Aleyhisselam ve arkadaşlarının hicretinde çoğumuzun dikkatinden kaçan büyük gerçek vardır. Mekke bir vatandır, hem de vatanların en güzeli, vatanların en kutsalıdır. Hz. İbrahim'in, Hz. İsmail'in kurduğu, Kâbe'nin bulunduğu bir şehir. Ve siz orada doğup büyümüşsünüz, bütün yakınlarınız orada.
İmanla, kimlikle Mekke arasında bir tercihle karşı karşıya kalınıyor ve onlar imanı tercih ediyorlar.
Belki bazılarımız diyecekler ki Allah'ın Rasûlü ve arkadaşları zoraki çıkarıldılar, çıkmasalar öldürüleceklerdi. Hayır, isteseler çıkmazlardı, Mekke'de kalmayı tercih edebilirlerdi, bu onların kendi elinde olan bir şeydi. Nasıl mı?
“Biz bütün iddialarımızdan vazgeçiyoruz, artık “lailahe illallah” demiyoruz. Lat, Menat, Uzza, Hübel ve diğer bütün ilahlarınız, sizin dediğiniz gibi kutsaldır vs…”
Eğer böyle bir dönüş yapsalardı vatanlarından çıkarılırlar mıydı? Elbette hayır.
Demek istediğim odur ki yeri geldiğinde vatan dediğiniz şey çok geri planlarda kalabiliyor. Hem bazen basit bir ticaret için, kazanç için, refah için.
İmanın, İslam'ın söz konusu olduğu yer de gözümüzü kırpmadan Mekke'miz bile hiç söz konusu olamıyor.