Papa 16. Benedicht’in seçilmesinden sonra Türkiye’de özellikle laikçi kesimde, iki temel korku gözlendi:
İlki, Papa’nın yol açtığı spekülasyonlar dolayısıyla dinin gündeme gelmiş olması. Söz konusu çevreler dinin gündemde olmasını istemiyorlar; bu hem dini kaynakları doğru dürüst tanımadıkları hem dinin gündem oluşturmasının işlerine gelmemesi dolayısıyla böyledir. “Dinler arası diyalog”a öteden beri karşı çıkmalarının bir sebebi budur. Diyalog dine inisiyatif kazandırır. Laikler dünyanın, olayların, hayatın dinin diliyle okunup yorumlanmasını istemiyorlar, bundan kaçınıyorlar. Papa ise deklarasyonda ve ortaya koyduğu çalışma programında dini öne çıkarıyor, dine dönüşü, Hıristiyanlığın özüne dönmeyi savunuyordu.
İkincisi, Papanın İstanbul’a gelişinin asıl amacı Ortodoks Kilisesi’yle ilişki kurmaktı. Türkiye Patriğin ekümenlik vasfını kabul etmiyor. Kabul etmemesinin birkaç sebebi var.
1) Eğer patrik 250 milyon Ortodoks’un ekümenik dini lideri olarak kabul edilecek olursa, bu durum Müslümanlarda hilafet bilincinin uyanmasına sebep olur.
2)1920’den bu yana tayin ve tespit edilmiş bir prosedür var; bu değişmesi icap edecek. Bunun da bir ucu Mustafa Kemal’e ve Kemalist resmi ideolojiye gider.
3) Günün birinde bir Amerikalı gelip patrik seçilebilir; o zaman Amerika Patrikhane’ye müdahil olur ki, Amerika Lozan Antlaşması’nı resmen ve yazılı olarak kabul etmiş değildir; bu Türkiye’nin bekasını tehdit eder.
4) Rusya’nın husumetini üzerimize çekmiş oluruz; çünkü Rusya Fener Patrikhanesi’nin Ortodoks alemde öne çıkmasını istemiyor. Ancak bu arada Rusya’da dikkat çekici bir değişiklik oldu; II. Aleksey Papanın İstanbul buluşmasından sonra, Roma papasıyla görüşebileceğini söyledi; bu tarihte ilk defa olan ilginç bir gelişmeydi. Bu konu üzerinde biraz durmakta fayda var:
Bilindiği üzere Roma, 395’te ikiye bölündü, 476’da yıkıldı ve 1054’te iki kilise birbirinden ayrıldı. 1204’te Haçlı Seferi düzenlendi. Haçlı Latinler Ayasofya’ya geldiler; altınları, değerli eşyaları, ikonaları ve bütün zenginlikleri götürdüler; kalanları tahrip ettiler. Dahası Ayasofya’yı fahişelerle doldurup orda günah işlettiler, iki mezhep arasında büyük bir husumetin doğmasına sebep oldular. Böylece bu iki Hıristiyan mezhebi arasında -aslında İslami bakımdan bunları düşündüğümüz zaman mezhep dememek gerekir; çünkü bunlar iki ayrı dindir- tarihi bir husumet başlamış oldu. Sonraları Moskova Ortodoks Kilise’si, İstanbul Ortodoks Kilisesi’nden ayrıldı, onun ekümenlik vasfını tanımayıp kendini ekümenik ilan etti. Dolayısıyla İstanbul Kilise’sininekümenik vasıfla ortaya çıkması Rusya’yı her zaman rahatsız etmektedir. Mesela 1936 Sovyet Anayasası’nda bir cümle vardı: “Komünist parti ve devlet, veba, kolera ve dinle mücadele etmek zorundadır.” Dikkat edilecek olursa bunların hepsi aynı cümle içinde yer alıyor ki, o dönem Stalin’in en katı dönemiydi; fakat buna rağmen kilise dağıtılmadı, korundu. Keza Patrikle Stalin’in gizli anlaşmalar yaptığı, diyaloglar kurduğu da bir gerçek. Dolayısıyla kilisenin Rusya’nın tarihinde, özellikle Sovyetlerin dağılmasından sonra, çok büyük bir fonksiyonu var. Şu anda kilise, sivil topluma hâkim vaziyette. Özetle İstanbul Kilisesi’nin ekümenik vasfının bu şeklide kabul edilmesi Rusya’yı rahatsız ediyor. Türk devleti de bundan çekiniyor, Rusya’nın husumetini üzerine çekmek istemiyor. Ancak Papa, Ortodoks Kilisesi’nin içinde bulunduğu bu durumdan istifade edip ona, koruyuculuk, hamilik rolünü oynamak istiyordu. İstanbul Kilise’sinin durumu buna çok müsait; çünkü kilisenin şikâyetleri var; mesela ruhban okulunun açılmaması onun açısından önemli bir mesele. Kilise ruhban okulunun açılmasını istiyor; ama okulun YÖK’e bağlı olmasına karşı çıkıyor, müfredatını kendisi belirlemek istiyor. YÖK, ilahiyat fakültelerinin müfredatına karıştığı gibi Ruhban okulunun müfredatına da karışabilir. Bir başka endişe daha var ki, bu pek telaffuz edilmiyor: Eğer Heybeliada Ruhban Okulu patrikhanenin istediği şekilde açılacak olursa, Müslüman kesimlerde, niye bizim de benzer okullarımız olmasın, diye sorabilirler. Bu ve benzeri mülahazalarla devlet Ruhban okulunun açılmasına izin vermiyor.
Sn. Mustafa Özcan’a son çağrım ve ricamdır!
Sn. Mustafa Özcan Dünya Bülteni, 30 Ağustos 2013 tarihli yazısında benimle ilgili şöyle bir cümle kullanmaktadır: “Son dönemlerde Ali Bulaç gibi kimi zevat Allah’a düşünce veya düşünme (melekesi) nispet etmektedirler. Halbuki, düşünmek bir noksanlık sıfatıdır ve Allah bundan beridir. Düşünmede isabet ile isabetsizlik arasında bir zorlanma payı vardır. KAF 50/38.’inci ayette belirtildiği gibi Allah zorlanmaz ve ona yorgunluk da arız olmaz. “And olsun ki, gökleri, yeri ve ikisinin arasında bulunanları altı günde yarattık ve Biz bir yorgunluk da duymadık.” Dünyanın altı günde yaratılması ise hikmete mebnidir. Sebebi Allah’a değil kullara racidir.”
Bundan önceki iki yazımda kendisinden rica ettim. Hangi kitabımda veya hangi yazımda –kaynak göstererek- yüce Allah’a düşünce veya düşünme izafe etmekteyim? Bana yerini göstersin, önce Allah’tan af dileyeceğim, tashih edeceğim, sonra kendisine teşekkür edeceğim. Değerli kardeşimden ses çıkmıyor. İddia müddeiye aittir, iddiasını kanıtlamak zorundadır. Bu son çağrımdır. Aksi halde 4.çağrıda bulunacağım.