Viyana, 20 yılımızın geçtiği bir şehir, bir dünya, dünyalardan bir dünya...
On yıllık bir aradan sonra birkaç haftadır yeniden Viyana’dayım.
Bir yere gidersem, imkanlar dahilinde oradaki dostları ve tanıdıkları da ararım. Onlar da özlemişlerse eğer, görüşelim diye...
İmdi hafta sonu oldu mu, sevgili Süleyman Ceviz ya arıyor veya yazıyor, “müsaitsen şuraya veya buraya gidelim mi?” diye.
Bizimkiler Tuna kenarında veya izin verilen yerlerde piknik yaparken, biz vuruyoruz kendimizi Viyana’nın derelerine, tepelerine, ormanlarına ve dağlarına. Dağ dediğime bakmayın, birer tepedirler. Kahlenberg’in bile yüksekliği 490 metre gibidir. Ama tarihiyle, tabiatıyla ve manzarasıyla bir mıknatıs gibi çeker insanı kendisine...
Tabii ki, Kahlenberg için bu dediklerim havanın açık olduğu günler içindir. Bir kış vaktinde sevgili Yücel Barakazi dostumuz gelmişti bize. O kadar yol kat etmişken dağımıza çıkarmadan göndermek olmazdı. Kahlenberg’in tepesine çıkmasına çıktık da, yoğun sisten dolayı üç beş metre ötesini göremiyorduk. Yapacak bir şey yoktu. Dedim ki, Yücel’e, “burası Viyana’ya nazır bir nokta. Viyana’yı kuş bakışı seyrettiğini düşün. Sol tarafında Tuna’nın akıyor olduğunu düşün. Yine sol yanından arkana dönersen, Tuna’nın canlandırıp süslediği tabiat var ve az öte Klosterneuburg. Yani anlayacağın, harika bir tabiat!” Neyse ki, sonraki gelişlerinde bunu telafi etmiştik.
Sizlere demem o ki, hafızanıza eğer kalıcı bir Viyana resmi nakşetmek istiyorsanız, kış veya yaz fark etmez, ama açık havada çıkınız Kahlenberg’e.
Tuna Nehri deyip de nehirlerle adeta konuşan pek sevgili ve kadirşinas İhsan Süreyya Sırma hocamızı anmamak olur mu? Çünkü ne zaman ve nerede bir nehir görsem, hocamızın yazdığı “Nehirlerin Dili” adlı kitabı gelir aklıma. Zaten hocamla da Tuna ve Kahlenberg hatıralarımız var. Bir de sevgili İbrahim Halil Çelik ile var; 28 Şubat sürecinde Viyana’da bulunduğu esnada çıkmıştık Kahlenberg’e. Urfa ve Kalesi, Viyana ve Kahlenberg...
Avusturyalılar tabiatla ve tarihleriyle bütünleşmişlerdir adeta, kendilerine bakar gibi bakıyorlar ve koruyorlar tabiatlarını ve tarihlerini. Ve hepsini de insanın daha güzel yaşamasına uygun bir şekilde değerlendiriyorlar. Bazı derelerin yataklarında bile yürüyüş ve bisiklet yolları görebilirsiniz. Yani anlayacağınız, bizim yıkmaktan ve yok etmekten aldığımız hazzı onlar korumakta ve yaşatmakta görüyorlar. Evet genel olarak aramızdaki fark bu kadar büyüktür. Dağlarımızın çıplak, ovalarımızın kuru ve kalan ormanlarımızın da ölümle pençeleşiyor olmasının başka bir izahı var mı?
Aklımda kaldığı kadarıyla Evliya Çelebi Seyahatnamesi’nde, “bir sincap Anadolu’dan Halep’e kadar yerle temas etmeden ağaçtan ağaca atlayarak gidebilir” diyor. Ya bugün? Doğrudur, bazı yerlerde devletin de terör bahanesiyle yaktığı ormanlar var, ama milletin de öyle takdire şayan bir orman ve ağaç sevgisinden söz edemeyiz.
Neyse, gelelim son gezimizin güzergahında olan “Türkensteine”, yani “Türk Taşları”na. Taş deyip geçmeyiniz, çünkü kalbiniz eğer taşlaşmamışsa, bu taşların tarihini öğrendiğinizde ya bir hüzün basar sizi ya da bir sevinç...
1789 yılında Belgrad’ı Osmanlılardan alan Avusturya Mareşali Ernst Gideon von Laudon, Belgrad’da medfun Haci İbrahim Paşa’nın mezarındaki taşları söküp kendi mülkü olan bu köye getirmiştir. Amacı, bu taşları kendi mezarında bir zafer nişanesi olarak kullanmaktır. Ancak eşi onun bu vasiyetini yerine getirmeyince, bu taşlar Laudon’un mezarının yakınında teşhir edilmiştir.
Süleyman ile bu gezintilerde neler mi konuşuruz? Nerdeyse Türkiye ile başlar ve yine Türkiye ile bitiririz yolculuğumuzu. Çünkü memleket hasreti ve sevgisi olan herkes gibi bizim de daha güzel, daha insani, daha adil ve daha müreffeh bir Türkiye hayalimiz vardır. O da doktorasını doksanlı yıllarda geldiği Viyana’da yapmıştır. Bir değil, birkaç iş yapıyor. Bunlardan biri de “Volkssanwalt-Halk Avukatlığı”dır. Süleyman da bir ara memleketi olan Dersim’deki, üniversiteye başvurmuş, ama hazretlerden olumlu veya olumsuz bir cevap alamayınca, tekrar Avusturya’ya yoğunlaşmıştır.
Neyse, Türkiye’nin üniversitelerine gir(iş)meyelim, çünkü zülfü yare dokunacağımızdan, yazı da uzar. Fakat şunu da söylemeden geçemeyeceğim, Avrupa’daki insanlarımızın rahatları ne kadar iyi olsa da, içlerinde mutlaka biriktirdikleri tecrübeleriyle birlikte memleketlerine dönmek ve karınca kadarınca hizmet etmek duygusu da bir meşale gibi sönmeden yanıyordur. Fakat hemen hemen hepsi de inancından, onurundan ve düşüncelerinden ödün vermeden Türkiye’de bir üniversitede veya başka bir kurumda çalışmanın neredeyse imkansız olduğunu da tecrübeyle öğrenmiştir. Buna rağmen bir ümittir diye yılmıyorlar...
Ne diyelim? Varsın yüz yıldır üniversiteleri mankurtlaştırma merkezleri gibi işletenler ve bu zilletle yaşamayı içlerine sindiren akademisyenler utansınlar!
Haklı olarak, “nereden esti bu hatıraları şimdi yazmak” diye soruyorsunuzdur belki. Paylaşmasam da yazmayı severim, hep yazarım. Kağıt ve birkaç kalem cebimin demirbaşlarıdır. Lakin bu yazıdaki destur, yaptığı enfes tasvirlerle Derebucak’ı görmeden sevdiren hekim sevgili Ahmet Özdemir’den ve sevgili Mehmet Akif Korkmaz’dandır.
Viyana’nın derelerine indik, tepelerine çıktık, ama Viyana’nın -dahası Avusturya’nın- enva-ı çeşit değerlerinin yanı sıra bir de dillere destan kütüphaneleri ve arşivleri vardır. Buraları da Viyana’da gerçekten güzel hizmetleri olan sevgili Ahmet Akbulut ile geziyoruz. Arşivlere ve kütüphanelere aşinalığım iyidir, ama Ahmet’in sayesinde yeni kütüphaneler de keşfettiğimi itiraf etmeliyim. Tabii ki, bu gördüklerimiz görmediklerimizin yanında devede kulak bile değil!
Avusturya’nın bir de müzeleri vardır. Gerçi Avrupa’nın meşhur müzelerinde sergilenen nesnelerin kayda değer bir kısmı gasp ve hırsızlıkla elde edilenlerdir. Ama yine de insanlığın ortak bir değeri olarak görmekte yarar vardır.
Eminim sizler de adımınızı dışarıya attığınız andan itibaren gördüklerinizi Türkiye’dekilerle karşılaştırmadan duramıyorsunuzdur. Bu karşılaştırma bazen acı veriyor olsa bile. Ama yine de karşılaştırmak güzeldir, daha güzelini elde etmek için...