“EBEDİ BİR HAYAT İÇİN”
Yaratılış hazinesinin en mücella elmaslarıyla süslü, rengârenk yakut ve incileriyle nakışlı sertacı, ‘hayat’tır; ki var olmanın sırrı ve hikmetidir. Varlığın bütün esrarı hayatta ve hayattar olmada saklıdır. Âlemlere ve bütün yaratılanlara mana kazandıran hayat, aynı zamanda varlık için gayedir. Yani, “Varlık ve eşya niçin yaratılmış?” sorusunun can alıcı cevabıdır, hayat. Hayatın olması içindir, çünkü hayat olmaksızın var olmanın bir faydası olmayacak veya çok asgari hikmetleri olacaktır. Denilebilir ki, tüm varlık hayat için bir zarf olmuş; hayatın bütün ihtişam ve ziynetiyle görünmesi için bir sergi salonu olmuştur. Bu yönüyle Allah–u Teala’nın Hayy ve Muhyi ism–i celalleri diğer isimlerden öne çıkarak âlemin koyu karanlık cumudetini aydınlatanın ve kâinata hayatın nurlu ziyasını verenin kim olduğunu bize gösteriyor.
Hissetme, akletme, görme, işitme, sevme, hazzetme, hayal etme, hareket etme ve hâsılı; duygusal ve bedeni tüm fonksiyonlar hayat sayesinde, hayatlı olma sayesinde gerçekleşmektedir. Varlık tüm güzelliklerini hayata borçludur. Hayatsız varlık katı, karanlık, kof, monoton olacaktır ki böylesi bir var olmayı düşünmek bile insana ürküntü verir. “Eğer hayat olmasaydı…” diye düşünmeye başladığımız an, boğazımız düğümlenir, nefesimiz daralır, içimizdeki tiksinti ve sıkılma duyguları had safhaya ulaşır. Ama hayat var ve bu hayat vesilesiyle varlık âlemindeki tüm yaratılanlar, en başta insanlar olmak üzere hayatın cazibeli nuruyla aydınlanıp Allah’ın bahşettiği mutluluk ve huzur içerisinde coşkuyu, sevinci, heyecanı, tatminliği ve hâsılı; sayısızca lezzetleri tatmaktadırlar.
Hayat olmasaydı, her şey kaskatı kesilecek; karanlık, her yerin ayrılmaz bir kâbusu olacak; güneşin ışığı, ayın nuru, yıldızın parıltısı sönecek; coşku, hareket, cezbe vb. hayata dair hiçbir belirtiden bahsedilemeyecek ve dolayısıyla her şey ve her varlık anlamsızlaşacaktı. Belki de “her şey” diye bir şey de olmayacaktı. Çünkü yaratılanların çeşit çeşit olması da yine hayattar olmalarının ve çeşitli hayat mertebelerine sahip oluşlarının bir sonucudur. Öyleyse denilebilir ki; hayatsız varlık tek boyutlu ve tek çeşit bir varlık olacaktı ki, bu varlık da yokluktan neredeyse farksız olacaktı.
Amacımız hayata felsefi bir pencere açarak oralarda dolanıp durmak değil elbette. Sadece hayat denince hakiki ve layık bir mananın zihnimizde canlanması içindi, bu anlatılanlar. Zira filozof kostümlü birçok zevat, hayat için muhtelif felsefi tanımlar ortaya atmış ve maalesef hemen hepsi, tanımlarında hakikate varamadıkları gibi, hayatı ve hayatın nimetlerini ıskalamışlardır. Onların takipçileri olan insanların da büyük kesimi hiç de hayat emaresi taşımayan bu hayatsız “hayat” tanımının ölümcül buhranları arasında can çekişmektedir.
Hakikaten, hayatın sahibi ve yaratıcısı tanınmadan, hayatı tanıyıp şanına layık bir kıymet vermek mümkün değildir. Nasıl? Çünkü hayatı var eden, icad eden, Hayy olan Allah–u Teala’dır. O hem Hayy’dır, hem de Muhyi’dir. Allah Hayy’dır, yani hayat sahibidir, yani diridir. Ezeli diri ve ebedi diri sadece O’dur. Bütün hayatlar ve hayatdar olanlar O’nun yaratması ve icadıyladır. O, kâinatta ve yarattıkları arasında böylece yaratmaya ve yaratılanlara ulvi bir hikmet, yüce bir gaye ve kâmil bir güzellik ihsan etmiştir. O, Muhyi’dir. Yani hayat veren ve diriltendir. O öyle bir diridir ki, bütün diriler O’nun diriliğinin yanında ölü hükmündedirler. O canlara can katan Muhyi’dir. Ki O’nun bir tek emriyle kâinat baştanbaşa hayatın rengârenk desenleriyle dolup taşmıştır. İşte bundandır ki “Hayat” iman demektir. İman etmek demek, ebediyeti can damarından yakalamak demektir. Şimdi O’na adanmamış hayatların heba olup gideceğini anlıyorsun, değil mi? Anlamadıysan eğer, henüz hiçbir şey için geç değil. Henüz imtihan yurdu olan dünyada hayatımız devam ediyor. Bu geçici konakta, kısacık numune şeklindeki hayatımızla ebedi ve mükemmel bir hayat satın alabiliriz. Hayatı bulmak ve ona gereken değeri vermek… Hayatı doğru tanımak ve tanımlamak… Hayat nedir, nerden gelmiş, kim vermiş, niçin vermiş? Bu sorular cevaplanmadan tüketilmiş bir hayat, hayatı öldürmek demektir ki sonucu ölümden çok beter ve ölümü aratır bir azap olacaktır. Öte taraftan hayat doğru tanımlanmasa bu dünyada da sonuç, ziyadesiyle berbat olacaktır. Küfür içindeki hayat nehri mecrasında akmayacak, yatağından taşıp etrafa zarar verecektir. Çok az bir kısmı müstesna, insanların hemen hepsi, bir dokunsan bin ah işiteceğin bir vaziyete düşmüşlerdir. Her tarafı, hayatın ışığını söndüren zulüm, fesat ve fitne kaplamıştır. Bunun nedeni küfür ve cehaletin zehirli bir sarmaşık gibi hayat fidelerini sarmalayıp hayatı sarartıp soldurmasıdır. Küfür her beldeye ve neredeyse her yüreğe zehrini kusmuş ve hayata dair neredeyse tüm emareleri ortadan kaldırmıştır. Dünya manzarasında şu zamanda gördüğümüz hayat kokuşmuş, bitmiş, tükenmiş bir hayattır.
Bu dünya hayatı, hayatı yaratan ve bahşedenin bilindiği ve ona itaat edildiği zaman kâmil ve hakiki bir hayat sınıfına girer. Çünkü yaratanı düşünmeksizin sadece hayatı göz önünde tuttuğumuzda görürüz ki bu hayat geçici, çok kısa, çok kısır, dar kalıplı olup eziyet ve elemi çok fazladır. Ve bu yönüyle nimet değil belki de nikmettir, azaptır. Her halükârda bu dünya hayatı ‘Hayat’ olgusunun hedefini ve kemal derecesini yansıtmıyor. Dolayısıyla sonsuz kudrete sahip Allah (cc)’ın Muhyi sıfatını tam göstermiyor. Anlaşılıyor ki Allah–u Teala bu hayattan başka bir hayat var etmiş veya var edecektir. İşte o hayat, Zat–ı Hayy–ı Kayyum’un sonsuz kudretini en ihtişamlı bir vaziyette gösterecek ve hayatı sonsuz zinet ve coşkusuyla insana tattıracaktır. Öyle bir hayattır ki ölüm bahsi onda yoktur. Acı, elem, ızdırap, gaileden zerre bulunmamakta ve baştanbaşa zevk ve sefa ile donanımlı hayat, ebediyete doğru akmaktadır. Öyle ki bu hayatımızla kıyası mümkün değildir. Akıl ve hayal hiçbir şekilde o hayatın güzelliklerini ve niteliğini tasavvur dahi edemez.
Böylelikle bu dünya hayatının ölümlü ve elemli oluşunun sırrı ve hikmeti ortaya çıkmaktadır. Çünkü Allah–u Teala, kullarının bu dünyayı bir an bile hayatın hedefi kılmamalarını ve kendilerini tamamen Ahiret hayatını elde etmeye vermelerini istemektedir.
“Hâlbuki bu dünya hayatı bir eğlence ve bir oyundan başka bir şey değildir. Şüphesiz Ahiret yurdu ise, elbette asıl hayat odur. Keşke bilselerdi.” (Ankebut: 64)
Allah (cc)’ın hayatı icad etmedeki sonsuz kudretini tarif etmeye gelince; ona beşerin takat getirebileceğini sanmıyorum. Velâkin hayatın kendisi binler çeşit ve mertebesiyle her biri bir kitap olup bize o kudreti gösteriyor, tarif ediyor. Evet, dünyamızda, çevremizde yüzlerce hatta binlerce hayat çeşitleri ve mertebelerine şahit olabiliyoruz. Her birinin, azıcık dikkat gözüyle bakıldığında hayatın umman gibi hikmet ve sırlarını gösteren lambalar, aynalar oldukları görülecektir. Hele ilkbahar mevsimi ki yeryüzünün dört bir tarafına “Allah Muhyi’dir” (hayat veren, diriltendir) tabelasını ne kadar parlak bir eda ile astığını, şaşkınlardan başka herkes görür. Birden bire milyarlar, trilyonlar, canlanır, hayat bulur. Allah (cc) ne kadar kolayca can verir o camid cisimlere! Bir tek emriyle nasıl da dünyanın dört bir tarafında hayat lambaları en parlak şekliyle yanar ve aydınlanır! Belki de haşir, baharımsı bir diriliştir. Belki de her bahar bir haşir provasıdır. Ve bize haşrin yani ölümden sonraki dirilişin Allah (cc)’ın kudretinde çok kolay olduğunu ve bu dirilişin kesinkes olacağını bildirmek içindir bahar… Ne dersiniz?
Âlimlerin görüşlerinden hayat ile ilgili elde ettiğimiz önemli bir not da hayatın sadece bu yerküremizle sınırlı olmadığıdır. Kâinat baştanbaşa hayattar varlıklarla doludur. Allah–u Teala, her yerde mahiyetlerini bilmediğimiz hayatlı varlıklar yaratmıştır. Her biri bulundukları yer ve konumun şartlarına uygun bir hayata sahiptirler. Melekler, bu hayattar âlemlerden bir âlemdir ki her birinin belli bir vazifesi olup kâinatın dört bir tarafına dağılmışlardır. Ve belki de kâinatın kendisi de hayattar bir varlıktır ki; Bediuzzaman hazretleri kâinata “İnsan–ı Ekber” demektedir. Buna göre kâinat, içindekilerle beraber canlı bir hayat memleketidir.
Öyle sanıyorum ki her şeyden ve her olgudan daha fazla, ‘Hayat’ olgusundan dersler çıkarabiliriz. Hayatı, önümüzü aydınlatan, bize yol gösteren bir lamba yapabiliriz. Hayatımıza hayat katmak için; hayatı, öğretmen yapmanın yollarını bulmalıyız. Ancak oradan Hayy–ı Kayyum’a uzanan bir koridor açabilir, hayatın sahibi Zat’ın marifet pınarından kana kana içip hakiki bir hayata kavuşabiliriz. Amiyane tabir ile “İşte o zaman, hayatın tadına varabilir, hayatın tadını çıkarabiliriz.” Hayy ve Muhyi Celle Celaluhu’nun sağlam ve sarsılmaz ipi varken, hayatımızı bu fani dünyanın çürümüş, çerçöpü olan geçici menfaatlerine bağlamamalıyız. Hayatın anlamını bulmalı, hayatın sahibini tanımalı ve O’na itaat etmeliyiz. Ta ki O da hayat ağacımızı, sonsuz nimetlerin ebediyen eksilmeden verildiği cennetlere diksin. Benim gibi fikri kıt ve dar biri; hayatın, parmaklarıyla işaret ettiği bu engin marifet ufkuna ulaşamaz. Bu sefer de kalbe damlayan bir dörtlükle size veda etme nasip oldu. Allah (cc)’a emanet olun.
Hayy’dan gelir, Hû’ya gider her dirinin seferi,
Dost bağında güller derer ilahi aşk neferi,
Şaşıp kalmaz, yoldan şaşmaz, pervası yok ölümden
Çün Rabbidir Muhyî Allah, Ahmed’dir peygamberi
İnzar Dergisi