Kâfirler, bireysel anlamda bir Müslüman’ı sevebilir. Ama küfran topluluk psikolojisi, bir Müslümanı sevmeye uygun değildir. Geçmişte “kâfirler sevmiyor” diye bazı Müslümanları sevmeme kararı alanlar, bugün yaşananlardan sonra kendilerini gözden geçirmek durumundalar.
İslam dünyası ağır bir diktatörlük sürecinden geçti. Bugün oluşturulmak istenen, o diktatörlük sürecinden sonra bir “anarşik demokrasi” dir.
İslam dünyasını içeriden yönetmeyi imkânsızlaştıran bir anarşik demokrasi… Maksimum düzeyde bir parçalanma ve hem o parçalar arası hem de parçaların kendi içinde gerekli bir çatışma…
Ortaya çıkarılmak istenen, bir “ebru” değil, gözleri bağlanmış dövüşçülerin savaşlarını anlatan bir resim…
Düzensizliğe hizmet edecek her yapıya bu resimde yer vardır. Bu resimdeki her figüre bir miktar enerji verilir.
Rahatlıkla “dünya küfür sistemi” diye adlandırabileceğimiz uluslararası sistem, oyun tarzında anarşik karakterlidir. Kendi kanununu, kendi ana coğrafyasını sağlama alırken kendi dışındaki dünyada en ağır düzensizlik, onun için en iyi düzendir; en anarşik yapı onun için en olgun müdahale fırsatıdır.
Bu sistem, kendi dışındaki dünyada karmaşıklığı imkân biliyor; müdahale edemediği yerde anarşi yoksa orada anarşi doğuruyor, anarşik bir süreç sona erse yeni dönemde müdahalelerine zemin hazırlayacak figürleri yokluyor, onların istikrar bozma gücünü test ediyor, bundan sonra onlardan ne ölçüde yararlanabileceğinin hesaplarını yapıyor.
Bu, sömürge dönemini sürdürmek için üretilen bir çözümdür. Yeni dönemde sömürgenin ideolojisi liberalizmdir, insani makyajı “ insan hakları”dır.
Gerçek anlamda post modernist bir durumla karşı karşıyayız. Modernizm tek seçeneklidir; işgalde güce, ideolojide çağdaşlığa dayalı bir sistemdir. Onun ne yapıyor olduğunu ve ne yapacağını anlatmak kolaydır.
Modernistlerin yeni politikası post-modernizm ise çok seçeneklidir, bunun için kafa karıştırıcıdır. Ne genişlikte bir tespit yaparsanız yapın, tespitiniz bazı unsurları dışarıda bırakır, tespitinizde ne kadar haklı olursanız olun bazı itirazları haklı çıkarır. Bu, liberalizmin yapısıyla birebir ilgilidir.
İslam toplumlarının “İslami özgürlük” talebi, şeytani bir çarpıtmayla batılı anlamda bir özgürlük talebi olarak algılatıldı. Müslümanlar diktatörlüklere karşı İslami bir yaşam için özgürlük ararken, uluslararası güçler onun yerine “liberal özgürlüğü” öne sürdüler.
Hedef, oyunu kendi alanlarına çekmekti; değişime destek görünerek kendilerinin ideoloji olarak ve insan unsuru olarak değişimin içinde olduklarını, kendileri olmadan değişimin olmayacağını göstererek değişim sonrasına ortak olmaktı. Bugün değişim sonrasında işbaşına gelenlerden hem “katkı payı” alıyorlar, hem onlara karşı yeni güçler üretme imkânı bularak onları tehdit ederek şantajla yeni çıkarlara ulaşıyorlar ve aynı zamanda istikrarsızlığı besliyorlar. İstikrarsızlık onların mutlak hedefidir, onların İslam dünyasında yaşam alanıdır, hayat kaynağıdır.
Diktatörlüklere karşı, her özgürlük talebi bir noktaya kadar diğer özgürlük talepleri ile örtüşür. Ancak o noktadan sonra her talep kendi rengini alır ve zıt talepler birbiriyle çatışma sürecine girer. “Liberal özgürlük” talebi, başlangıcı itibariyle kulağa hoş geliyor, istikrarı sağlaması şartı ile sivil toplum imkânı da verir. İmkân genişliği her zaman İslam’dan yanadır. Müslümanlar, küçük bir imkânı bile genişletmeyi, büyütmeyi her zaman bildiler. Bugün İslami hayatın, eski Sovyet yapılanması içinde olmayan coğrafyada o yapılanma içinde yer alan coğrafyalardan daha iyi durumda olması, bunun en güzel kanıtıdır.
Ne var ki uluslararası sistemin İslam dünyasında istediği, “liberal özgürlük” bile değildir.
YA KRALLAR YA SERSERİLER!
Değişime zorbalıkla ortak olmak isteyen uluslararası sistemin önerilerine baktığımızda, ilk anda bir “ebru” önerildiğini sanıyorsunuz. “Ebru” renklerin nerdeyse doğal bir karışımından oluşan, tabii bir dengeyi yansıtan, huzur hissi uyandıran bir sanattır. “Ne güzel hepimiz bir arada geçinip gideriz…” diyorsunuz. Ama gelişmelere baktığınızda, oluşturulmak istenen çeşitlilikteki dengesizliği fark ettiğinizde önerilenin bugünkü Batı’da farklı kesimleri bir arada tutan “liberal demokrasi” bile olmadığını, İslam dünyasına Batı’nın kendisinden kurtulması için 100-150 yılını heba ettiği “anarşik demokrasi” olduğunu tespit ediyorsunuz.
İkinci Dünya Savaşı’na kadar Batı’nın birikimini kanlı çekişmeler içinde tüketen iki sistem vardı: Kokuşmuş aristokrasi ve ona karşı çıkarken türemiş anarşik demokrasi… Batı, kokuşmuş aristokrasi ile problemini daha 1. Dünya Savaşı’nda bitirdi gibi, ama bugün bile yer yer “anarşik demokrasi” ile uğraşmak zorunda kalıyor.
Biz buna, “ya krallar ya serseriler” diyebiliriz. Batı, zalim kral ve prenslerden kurtulmak isterken serserilerin, fikirli-fikirsiz çılgınların koltuk savaşı verdiği bir ortama sürüklenmişti.
Bugün aynı süreç İslam dünyasına yaşatılmak isteniyor. Körfezdeki Arap ülkelerini kapsayan çok dar bir alan kokuşmuş aristokrasiye bırakılırken geriye kalan bütün İslam dünyası başıbozukluğun hâkim olduğu anarşik bir demokrasiye teslim edilmek isteniyor. Eski Yunan devletlerini andıran, bizde ise Selahaddin öncesi çağda görülen birbiriyle ve kendi içinde çatışan şehir devletlerinden oluşan, dış müdahaleye açık, varlığı dış desteğe bağlı tarafların oyun alanı bulduğu, yer yer maddi olarak tatmin eden, yer yer manevi olarak da ümit veren ama bütün olarak uluslar arası sistemin işini kolaylaştıran başka işe yaramayan bir yapı… Kur’an-ı Kerim’e, Allah’ın emrine aykırı bir yapı…
Bu yapı, post modernist özelliğiyle çok karmaşık… Bu tespiti yaparken “diktatörlük yanlılığı” gibi bir izlenim oluşuyor. Diktatörlüklere karşı çıkarken de anarşik bir demokrasi “çıkmaz sokak” şeklinde ayarlanmış.
Bu çıkmaz sokaklara saplanmamanın yolu; bu düzeneğin dışına çıkmak, İslam dünyasının “mutlak özgürlük” değil “İslami özgürlük” talebinde olduğunu ilan etmek ve bu yöndeki istikrarı, istikrarı sağlayıcı gelişmeleri önemsemektir. Bugün İslam dünyasının herhangi bir noktasında istikrar varsa ve istikrarın aktörleri “İslami özgürlük” endişesi olan insanlarsa mevcut durum ne olursa olsun sonuç selamettir; noktada bugüne değil, geleceğe bakmak daha doğrudur. Şu anda İslam dünyası için istikrarsızlıktan daha büyük bir tehdit görülmemektedir. Ulaştığı teknolojik düzeyle dünyanın herhangi bir yerinde bir genci bilgisayarı başında bir robot gibi kurup başka gençlerle bir araya getirerek onları sokağa döken, ardından onları sokaktan toplayıp evlerine iade eden bir uluslararası sistemle karşı karşıyayız. Uluslararası sistem, tabiat kanunlarından sonra toplum kanunlarını da keşfettiğine inanıyor ve insanı kendi sınırsız çıkarları doğrultusunda dilediği gibi yönlendirebileceğini düşünüyor.
Bu, adım adım Deccalleşmedir. Deccalleşmeye karşı koyabilmenin tek yolu, mutlak bir şekilde ilahi nizama dönmektir. Hiçbir sentez, bu yapıya karşı ilahi nizamın işlevini göremez. Bu yapıya karşı çıkanlar, ancak ilahi nizam talebinde iseler doğru yoldadırlar. Aksi halde bu yapının bir ortağı veya kölesidirler.
İSLAM DÜNYASI NEDEN İSTİKRARSIZ?
Bugünkü uluslararası sistem, tarihin değerlendirilmesiyle var olan bir siyaset aklıdır ve bu tarihi değerlendirmede düşman arayışı dönüp dolaşıp İslam’a dayanıyor:
Müslümanar, İslam’ın daha ilk yüzyılında neredeyse Endülüs’ü aşıp bütün Avrupa’yı fethediyorlardı.
Müslümanlar, Avrupa’daki Hıristiyan manevi yükselişin doruğunu temsil eden Haçlı ordularını yenerek Hıristiyan maneviyatın İslam’ı yenemeyeceğini ispatladılar.
Müslümanlar miladi 15. yüzyılda İstanbul’u alarak doğu Hıristiyanlığının siyasi iktidarına son verdiler. Sonraki süreçte de Viyana kapılarına dayanarak Batı Avrupa’nın kapılarını sonuna kadar zorladılar. Güneyde de Vatikan’ın yanı başına kadar ulaştılar.
Sanayi çağıyla maddi gücünün doruğuna çıkan Avrupa, dünyanın diğer bölgelerini kolayca işgal ederken İslam’ın sert direnişiyle karşılaştı. Haçlı savaşlarında onun manevi gücü yenildiği gibi modern işgal döneminde onun maddi gücü de yenildi.
Bugün postmodern çağa geçerek maddi-manevi (sert-yumuşak güç, askeri güç, demokrasi ve insan hakları) güç karışımı ile dünyayı yönetmeye devam edebileceğini düşünen bir sistemin kendi tarihi düşmanını rahat bırakması onun için akıl kârı değil.
Modern Batı, bir nehirde iki kez yıkanmayacağını düşünüyor. Geçmiş geri gelmez, diyor. Kendisi üzerinde ağır bir baskı kuran Katolik Kilise’nin siyasetten çekilmesiyle ‘siyasi bir aktör olarak’ dinin geçmişte kaldığına inanıyor. ‘Düzen’ tarifini ona göre yapıyor.
Bu anlayışla İslam kaynaklı her tür siyasi başarıyı ‘düzenin bozulması’ olarak okuyor, ‘anormal’ görüyor; bu başarı Batı’dan ithal yöntemlerle elde edilmişse bunu ‘işlev bozukluğu’ olarak değerlendiriyor. Bir süre bu ‘anormal’ duruma katlansa da neticede onu aşılması gereken bir yol kazası, tedbir alınıp giderilmesi gereken bir bozukluk olarak defterine kaydediyor. Bunun için İslami istikrarı engelleyecek sürekli bir müdahale ajandası oluşturuyor.
Müslümanlar, son yüzyıllarda peş peşe yenildiler. Bu yenilgi, iki ağır netice doğurdu: Özgüven-güven yoksunluğu ve korku.
Müslümanlar her yenilgiden ya kendilerini ya kardeşlerini sorumlu tuttular ve daha büyük bir felaket korkusuyla Batı’nın kapısına düştüler. Bu, Batı için İslam dünyasında büyük bir oyun alanı doğurdu. Bugün de İslam dünyasının her karış toprağında bu oyun, kavgalı köylülerin birbirlerini sürekli karakola şikâyet ederek jandarmanın köy üzerinde hâkimiyet kurmasını andıran bir yapı üzerinde sürdürülüyor.
Bu düzenekte karakolun ‘mutlak adamı’ yoktur, köyün her adamı yöneten veya yönetilen olarak karakolun köye müdahalesini kolaylaştıran bir araçtır sadece.
YAŞANANLARDAN DERS ALMAK
Son dönemde yaşananlardan şu sonuçlara varmak mümkündür:
İslam dünyasında uluslararası sistemin Müslümanlardan ‘mutlak dostları’ yoktur. Bu sistem coğrafyaları, devletleri paylaşmış olabilir ama kişiler bazında ‘stratejik dostluklar’ tanıyor görünmemektedir. Kendisini onun stratejik dostu zannedenler, ondan gelecek tokatlara kendilerini hazırlamak zorundadırlar. (Çünkü sistem, eşitliği tanımıyor; hizmetkârlığı biliyor.)
Batı’nın özgürlük anlayışı, kendi coğrafyasında bir arada tutma işlevi görse de İslam dünyasında ‘haram duvarı’na çarptığından işlevsel değildir. Dolayısıyla İslami özgürlük talepleriyle Batılı anlamda özgürlük taleplerini ‘sürekli bir buluşturma’ içine almak mümkün değildir.
Ebru, bir İslam sanatıdır. İslam dünyası farklılıklara yaşam hakkını kendi değerleri içinde arayarak oluşturmak durumundadır.
Müslümanlar hep ‘suçlu’ oldukları için değil, ‘suçlu’ görüldükleri için, ‘suçlu’ sınıfına kaydedildikleri için ’suçlu’ kabul edildiler.
Geçmişte ‘Basın diyor ki – Basından öğrendiğimiz kadarıyla’ diyerek Müslümanı ‘gâvur sözüyle’ değerlendirenler; ön adı Jasef olan, Abraham olan uluslararası uzmanlardan İslam gerçeğini öğrenen güvenlik danışmanlarının sözlerine değer biçenler, bu değerlendirmeleri ile vardıkları yanlış kararları düzeltecek (hiç olmazsa kendi tecrübelerinden sonra) girişimlere niyetlenmelidirler.
Kâfirler, bireysel anlamda bir Müslümanı sevebilir. Ama küfrün topluluk psikolojisi, buna uygun değildir. Onlar, Kâfirler sevmiyor diye kendilerinin de sevmeme kararı aldığı Müslümanlar hakkında yeniden düşünmek durumundadırlar.
İslam dünyasında İslam dışı ahlaka hizmet, İslam karşıtı ideolojilere hizmet, emperyalizme hizmettir. Bir yandan emperyalizme karşı çıkarken öte yandan bu tür adımlar atmak tutarlı değil.
Müslümanlar arasında düşmanlığa yol açmayan her tür İslami hizmet, bütün Müslümanlara hizmettir. Bu tür hizmetlerin meşrebine, coğrafik ağırlığına, uluslararası güçlerden aldığı tepkiye bakarak engellenmesi, engel girişimlerinin engellenmemesi bugün bir kesime yönelik görünse de yarın bütün Müslümanlara zarardır.
Müslümanın Müslüman’dan başka komşusu, ticaret ortağı, yol arkadaşı, iş arkadaşı vardır ama dostu yoktur. Bunu görmeyen Müslüman kendi geleceğini göremez.