Sıkıntı, bela, musibet, keder, ıstırap, endişe, bunalım… ve daha nice türlü ruh halinin müptelası insan; hep bir sığınak arayışında çoğu kez bir ömür geçirir. Kendisini kuşatan bu ruh hallerinin zindanî duvarlarını aşmak, kapıları açacak bir anahtara ulaşmak ister ama çoğu zaman bunu başaramaz.
Küçücük kalbini gamla doldurmuş olan dertlerini, başından alıp götürecek ilacı aramakla günlerini, yıllarını geçirir. Dünya hayatı, onun karınca vücuduna dağlar dolusu derdi ve belayı yüklemiştir ama o, bu dağın bir çakılını dahi omuzlayacak takati kendinde bulamaz ve o basınçla, belalar denizinin diplerine ruhunu elemlere teslim ederek dalar gider.
Hepsinden daha elim olanı ise fırtınaya tutulmuş bir yaprak gibi oradan oraya savrulurken yalnız, kimsesiz, ıssız oluşudur. Tutunacak bir dalı ve derdini paylaşacak bir Allah kulu bulamamanın sancısıyla yüreği kavrulur ve gör ki artık acı ve gözyaşı, yerini cinnete ve çıldırtan kahırlara bırakır. Çünkü dünya panayırında gezinen insanlar gözlerini eğlenceye ve lezzetli mallara dikmişlerdir; acıyı satın almaya, kahrı yüklenmeye ve derdi paylaşmaya kimse talip olmamaktadır.
Böyle akıp gider hayat… Ta ki Kimsesizler Kimsesi’nin şefkat yüklü nidası kulaklara ulaşıncaya kadar.
“Allah iman edenlerin velisi (dostu)dir. Onları karanlıklardan nura çıkarır.” (Bakara: 257)
En güzel ve en sadık Dost’un bu güzel nidasına can havliyle sarılması beklenen insanoğlu, çoğu zaman bu sedayı duymaz ve duymazlıktan gelir. Bir gaflet ve aymazlıktır sürer gider.
Yeryüzüne imtihana durmak için gelen insan, imtihan boyu başına geleceklerin habercisi bir ağlayış ve haykırışla annesinden doğar. Ağlar ve sızlar, fakat nafile; imtihanın bir nebze dar ve elemli yollarını hasbelkader aşındıracaktır o da.
Aslında nereden bakarsanız bakın, yeryüzü çetin bir yurttur. Dehşetli cennet-cehennem yol ayrımının ön safhası ve ebede uzanan yolculuğun en önemli durağıdır. Bu etapta iyi kötüden, güzel çirkinden, hak batıldan, adalet zulümden bir şekilde ayrılacaktır. Sanır mısınız ki bu ayrışma kolayca oluverecektir? Elbette ki oldukça zor ve çetin bir safha insanoğlunu beklemektedir. Ve Hz. Âdem’den şu ana dek hep böyle fırtınalı ve dağdağalı akıp gitmiştir hayat.
Rablerini tanımayan gafletli gözler, bu hayata baktığında, dünyanın kocaman bir matemhane ve elemhane olduğunu görür. Ölenlerin ardından kendini paralayanlardan tutun fukaralığın pençesinde inleyenlere; zulümler altında can çekişenlerden hastalık iniltileriyle dolup taşan hanelere; bin bir türlü musibetlere uğramış insanların feryadı, enva-ı çeşit şeylere muhtaç kişilerin feryadına karışıyor. Hâsılı dünya atmosferi ahlar-vahlar ile dolup taşıyor. Her taraf çaresizlik ve tükenmişlik kokuyor. Bunalımlar, kaoslar, sosyal patlama ve çöküntüler bu manzaranın genel görünümüdür.
Bu manzara, imansız gözlerin gördüğü manzaradır. Bu dünyayı sahipsiz ve ilahsız, insanlığı da başıboş ve kimsesiz zannedenlerin bakış açısıdır. Öyle bellemişler kendilerine, öyle inanmışlar. Veya öyle inanmak istemişler. Nefisler sınırsız bir şekilde zevklerini tatmin etmek isteyince boyun eğilecek, kul olunacak bir ilahın olmaması gerektiği kanaatine varırlar. Veya olmamasını temenni ederler. Öyle ya; hırsızlar çarşıdaki malların sahipsiz ve bekçisiz olmasın ister.
Ama iş bunların sandığı gibi değildir. Hayat başka bir mecrada, başka bir amaç için akmaya devam etmektedir. Kısacası, hırsızlar rahat etmeyecektir. Çünkü bu malların sahibi vardır. Kâinatın yaratıcısı ve maliki Allah vardır. Ve bu dünya hayatı için hükmünü koymuştur.
Yani iman penceresine manzara bambaşka gözükmektedir. Dünya, denenme-sınanma yeridir. Ve de geçici ve fanidir. Zevklerin tatmin edildiği meydan değildir. Asıl zevke hitap eden mekân, bu hayattan sonraki hayattır. İsmi de ‘cennet’tir. İman eden gönül, bu kof ve ıssız dünya sahrasında yalnız ve kimsesiz olmadığını bilir. ‘Başıboşluk’ ve ‘tesadüf’ gibi düşüncelerden uzak, imtihan için, Allah’ın yaratmasıyla bu dünyada olduğuna iman eder. Her an, her zerrenin yüce yaratıcının kontrolü ve hükmü altında olduğunu bilir ve kabul eder. Dünyada yaşanan, zahirde acı-tatlı, güzel-çirkin, hoş-nahoş ne varsa O’nun emriyle ve hükmüyle gerçekleştiğini ve bir amaç için olduğunu bilir, her şeye imtihan sırrıyla bakar.
Dünyalık hallerin perişanlığında, dünya hallerini yaratana sığınır. Onun her an kendisini gözetleyen ve kollayan bir sahip; bütün işlerini görecek, her şeye kadir bir Malik; her türlü iş ve ihtiyacında daima yanında olan, kendisine yol gösterip yardımcı olan bir dost olduğunu bilir.
“Allah’a sarılın, sizin mevlanız O’dur. O ne güzel Mevla ve ne güzel yardımcıdır.” (Hacc: 78)
Müminler Rablerini bütün isim ve sıfatlarıyla tanır ve O’na candan inanıp bağlanır. Biz biliriz ki;
O Hafîz’dır: Her şeyi koruyup kollayandır.
O Refik’tir: Sert olmayan, yumuşak davranan, yumuşaklıkla muamele edendir, dosttur.
O Fettah’tır: Kullarına merhamet ve rızık kapıları açan, kilitlenen işlerini açan, zafere ulaştırandır.
O Kâfi’dir: Kuluna her türlü ihtiyacında yeterli olan tek Mabud’dur.
O Kefil’dir: Varlıkların tüm ihtiyaçlarını üzerine alan ve bu konuda onlara garanti verendir.
O Rezzak’tır: Rızkı peş peşe, bol ve geniş olarak verendir.
O Nasır’dır: Kullarına yardım eden, onları koruyup savunandır.
O Muğis’tir: Musibetler ve sıkıntılar anında, bütün mahlûkatın yardımına koşandır.
O Mucib’tir: Dua edenlerin duasına hemen cevap verip kabul edendir.
Bu isimlerin ve sıfatların sahibi yüce Rabbi, kim kendisine dost ve sığınak yapmak istemez ki? Belalar denizi bu imtihan yurdunda, bu çetin yolculukta, yolun, yolculuğun ve yolcunun sahibini, kendisine yar ve yardımcı yapmaya çalışmak niçin yobazlık olsun ve niçin böyle davrananlar ‘gerici’, bilmem neci diye yaftalanarak aşağılansın?
Aşağılık olanlar, aşağılık şeytanın adımlarının izine kara yüzlerini sürüp bu dünyada ve öteki dünyada zalim unvanıyla çağrılanlardır. Kendilerine ve tüm varlıklara zulmetme yönünü kıblegâh edinenler, ne denli aşağılık yaratıklar olduklarını bu dünyada anlamasalar bile mahşer gününde tüm insanlığın, tüm meleklerin ve Aziz ve Hâkim olan Allah’ın huzurunda aşağılıklarını mutlaka ilan ve itiraf edeceklerdir.
Ama müminler üzülmesinler, inandıkları Rablerini kendilerine dost etmenin yoluna baksınlar yeter. Çünkü dost olarak Allah yeter. O ne güzel dost, ne güzel vekildir. O, dost ise, kâinat tüm zerreleri ile düşman olsa ki ne olur? Kâinatın her zerresi O’nun emrinde ve O’nun mülkü değil midir? Şu fani dünyada O’nun dostluğu, ne kadar büyük bir dünya ve ebed saadetidir bil.
Ey evlatlarını yitirdikleri için, feryatlarıyla yeri-göğü inleten anneler! Sizi ve evlatlarınızı yaratana dost olarak evlatlarınızla beraber ebedi, mutlu bir hayat istemez misiniz?
Ey bu dünyada başını sokacak bir kulübesi dahi olmayan miskin arkadaş! Köşklerinin taşları altın ve gümüş olan köşklerin bulunduğu cennetlerin sahibini kendinden razı etmeye ne dersin?
Ey bu dünyada tutunacak bir dalı olmayan, dostsuz, kimsesiz, dertli kardeşim! Tüm kâinatı sana dost ve hizmetkâr yapacak bir dost seni çağırıyor. Birkaç adım atıp O’na yönelmez misin?
Ve ey bu hayatını zengin, dertsiz, tasasız geçirme telaşı ile koşuşturup hayattan bezmiş insanoğlu, senin ve tüm kâinatın sahibi ve maliki Allah’tır. Mülk O’nun, güç-kudret O’nundur. Yerin ve göğün hazineleri O’nun ve tüm zenginlikler O’na aittir. Bütün bunlarla beraber O, merhamet dergâhının kapısını ardına kadar açmış; bize, dostu olmamızı teklif etmektedir. Bize düşen ise O’nun dostluk elini tutup yükselmek, yücelmek ve kurtuluşa ermektir.
Allah sizlere dost olsun.
İnzar Dergisi