Müslüman ülkelerin hemen tümü iç ve dış sorunlarla boğuşmakta, bocalamaktadır. Hemen hepsinde de aynı sorun: Rejim, terör ve bölünme sorunları.
Rejimlerin başı halklarıyla; halkın başı da rejimlerle büyük belada.
Yüz yıldır derinlerden alınan dehşet taktiklerle denemedikleri kalmadı.
“Faşizm, komünizm, kapitalizme” kadar; Dev Genç'inden Sev Genç (ayyaşlık)'a kadar her şeyi denediler. Olmadı hatta bir orta yol bile bulamadılar.
Dini duygularını zayıflattıkları, dinden çıkardıkları kişi ve kesimler olsa da rejimler de kazanamadı. Devrim, ilke, inkılap dediler; ama beteri oldu. Faşizm, karşı faşizmi; komünizm, karşı komünizmi türetti. “On yılda on beş milyon genç” dedikleri de dağlara, şehirlere yayılarak tefrika ve dehşetin aracı oldular.
Halkı Müslüman ülkelerdeki en büyük sorun; rejimlerin kendi yaptıkları yasaların neticesi olan terör ve bölünme sorunudur.
*Palu'da meşhur fıkradır: Soyadı kanunu çıkmış, memurlar Merhum Molla Beşir'e sorarlar: -Soyadın ne olsun? O da –haşa- “Gupır”(altına eden, kaçıran) der. Memur; “terbiyeli konuş, böyle soyadı olmaz” deyince merhum:
“-Bunun terbiyeyle alakası yok; biz başta yapmayın, bu iş yanlıştır, olmaz dedik dinletemedik” der. İslam ülkeleri son yüzyılda hep kaçırdı, halen kaçırıyor.
Zamanenin küresel güçlerinin müsaade ve ruhsatlarıyla kurulan devlet ve bunlara dayatılan rejimler; kendi öz halklarıyla, bu halkın değerleriyle savaşmak zorunda kaldılar.
Zayıf, takatsiz, çapsızdılar. Acil ve en kısa zamanda, en az masrafla “Milli Kahraman” olmalıydılar. Ahd u peyman vererek yeni payitahtlara oturmuşlardı. Zaman az, işleri çoktu.
Kusursuz bir görev yapmalıydılar, yaptılar da.
“Kurtuluş Savaşları” denilen savaşlar küçük cihatlarıydı. Asıl büyük cihatlarıysa, savaş sonrası, cephe gerisindeki halk ve değerleriyle olacaktı. Birleştirici harç olan değerlerle savaştılar.
Gerçi o zamanlar da Molla Beşir gibi “bu yaptığınız yanlıştır, olmaz..” diyenler oldu; ama nafile!
“Cami, cemaat, ümmet, kardeşlik, helal ve haram” tanımları yeniden şekillendi. Kim tarafından “halk” edildiğini akledemediğimiz(!?) bir halk türedi birden.
Vatandaşa karşı yurttaş, ötekilere karşı seçkinler, zencileştirdiklerine karşı beyazlar hatta bembeyazlar türetildi. Cami yerine kültür ve halkevleri, cemaat yerine cemiyet, ümmet yerine millet, toplum yerine birey, kardeşlik yerine cilalı kankiler türetildi.
Hâkimler Hâkimi'nin değil, fanilerin helal ve haramları dayatıldı.
Masum dağ ve geçitlere –ilgili faşizme uygun- “Nu mutlu Türküm, Arabım, Acemim..” garabetleri yazıldı. Mutluluk bile şarta bağlandı.
Mollamız “olmaz!” demişti ya. Olmadı işte.
Derken yüzlerce sahifeden oluşan kitabın “şirazesi” koptu, sahifeler dağıldı.
Ümmetin yetim bıraktığı Kürtler; en hazin sayfa olarak ortada kaldı. Rivayetler çoğaldı. Köken olarak Araptılar ama Fars da olabilirlerdi(!). Karlı dağların “kart-kurtundan” dolayı, “Dağ Türkleri, Ötüken Ormanlarından Türklerin bir kolu” hatta “cin-şeytan soyu” da olabilirlerdi(!?).Bazan “hiç” de olabilirlerdi.
Zaten “ırkçılık da haramdı” ama bazılarına!
Ulema; en başta “olmaz” demişti. Olmadı, olmuyor işte! Hala işi salağa vurarak hata yapıyoruz.
Kanayan yara ortada ve elde Kur'an gibi bir delil varken Batı kapılarında dolanıyoruz. Çözüm aradığımız Haçlı kapıları, sorunun asıl sebebi.
Emperyalistler; Ümmetin birleştirici harcı ve en muannit dindarlardan olan Kürtleri, bu günlerin özel hesabı için dörde böldüler. Ümmet, hasetsen Türkiye, bilhassa da Sayın Başkan Kürt ve Kürdistan'a İslamî dairede bakabilmeli.
Küresel Haçlı güçlerinin hamilik yapmaya çalıştığı Kürt halkının yüreği ümmetten, beraberlikten yanadır. Batı ve yerli işbirlikçileri; laiklerle ayrıştırsalar da Kürt halkı hala beraberlikten yanadır.
Zinhar bilinmeli; beraberlik; red ve inkârla değil; adalet temelinde hakkı itiraf ve teslimle olur.
İslam; aslına, fıtrata çağırır ve o da Kürdistan'da hala müebbed-mahkum. Bırakalım İslam; azad olsun ve hükmetsin; korkmayalım.
Herkesin kendisi olabildiği doğal ortamlarda, “ben” değil, “biz ruhu” yeşerir. Bizler de ancak kardeş oluruz. Dua ile.