“Kadı, esasen Müslüman hayatının umuma açık yerinde, yani ana camide, bir sütuna dayanmış vaziyette olurdu. Tarafları evinde de dinleyebilirdi. Hicri 120/Miladi 738 senesinde tayin edilen Mısır kadısının yaptığı gibi. Evinin kapısı üzerinde bulunan ve sokağa bakan bir odada otururdu.”
Bu cümleleri, bir Şarkiyatçısının geçmişin İslam dünyası ile ilgili yazdıklarından aldım.
Bizde yargılama, bir “Gavur”un dahi kabul edeceği kadar basittir, açıktır, karmaşık dosyalar gerektirmez, büyük binalara ihtiyaç duymaz.
Bizde yargılama istisnadır, belli günlerde. Gününün belli saatlerinde yapılır: ardından kadı ayrılır, sair işlerinin başına geçer, mesleğini icra eder.
Bunun için bizde adalet sarayı yoktur. Koca Osmanlı mülkünü gezin, her şeyin, her işin, her sınıfın bir binası var, kuşların bile… Ama yargılama için son döneme kadar bina yapılmamıştır. “Kadı Sarayı” veya “Kada Sarayı” ya da “Adalet Sarayı” diye bir sarayı, Batılılaşıncaya kadar Osmanlı mülkünde bulamazsınız.
İslam tarihinin tek istisnası, 1150'den sonra Dımaşk'ta (Şam) inşa edilen Darüladl'dir. O da çok mütevazı olacak ki o günden bugüne nice medrese, bimaristan (hastane), han, hankah (tasavvuf dergahı) kalmış ama Darüladl binası kalmamıştır. Dahası Darüladl kadıların yeri değildir. Orada halk yargılanmaz. Darüladl, Adalet dağıtan hükümdarın, halka zulümde bulunan devlet yetkililerini yargılamak için halkla buluştuğu, halkı dinlediği yerdir.
Bizde adalet böyleydi…
Ya bugün… Geçenlerde gittiğim bir şehirde uzaktan bütün binalardan daha görkemli bir bina dikkatimi çekti. “Adalet” Sarayı olmalı dedim, yaklaşınca üstündeki yaldızlı yazı da öyle diyordu.
“Özellikle” bazı şehirlerimizde en görkemli binaları “Adalet” Saraylarıdır artık ve memlekette sadece yargıçlar saraylarda iş görüyor. Cumhurbaşkanlığı yerleşkesi bile sadece külliyedir, yargıçların ki ise saraydır, zira tepede onlar vardır.
Hani merhum Erbakan, “Şu Fransız Mason Locası var ya şu Fransız Mason Locası!” derdi ya!
İşte aynen o: Şu Fransız İhtilali var ya, şu Fransız İhtilalı! Bütün zihniyetiyle geldi, başköşemize oturdu. O zihniyetin bir yanı din karşıtlığı, diğer yanı ırkçılıktır. Marksizm kadar mert değildir, din konusunda; dine karşı olduğunu açıkça beyan etmek yerine, dindarın samimiyetini sorgular. Hitler kadar Faşizminde de mert değildir, ırkçılığını milliyetçilik diye saklar.
O ihtilalle birlikte yargı, Fransa'da başköşeye oturdu, “terör dönemi” ilan etti, birkaç yıl içinde Fransız sokaklarında yargılanmamış bir Allah kulu bırakmadı.
Fransız İhtilali çoktan tarihe karıştı. Ama bizde boyanıp da başına nöbetçi dikilen ve o nöbetin 10 yıl sürdüğü bank hikâyesi misali hâlâ ayakta.
İslamî bir hususla ilgili yargılanma tecrübesi olanlar, “İhtilalciliğin”, iddianame ve hükümlerin satır aralarında kendini nasıl gösterdiğini gayet iyi bilirler.
Yargı, dört yanı sarmış. Herkes, bir şekilde yargı konusu. En kötüsü ise yargılayanların yargılananları kategorize etmesi, yargılananların da o kategorizeyi normal görmeleridir: Şu kesimden değil mi ceza alması normal ve ceza alanın “Ben, şu kesimden değil miyim ceza almam normal, ben ceza almayacağım da kim alacak?” demesidir.
Bu, suçu olmasa bile yargılanmayı kronikleştirir. Yargılanmanın kronikleşmesi, bize yabancı bir hâldir, bu hâlden bir an önce kurtulmak, bu şeytani tuzağı derhâl bozmak gerekir.