Yer yüzündeki canlılar için güneş neyi ifade ediyorsa Kur'an da insanlık ve insani değerler için onu ifade eder. Güneş görmeyen bedenler sağlıklı olamayacağı gibi Kur'ansız toplumlar da sağlıklı olamazlar.
Müslüman, Kur'an güneşinden mahrum ruhlara yardım için canlı bir Kur'an olmakla mükelleftir. Yürüyen, yaşayan bir ‘Kur'an ve İslam'dan söz ediyoruz. Bugün insanlığın ihtiyaç duyduğu Kur'an, mushaflarda yazılıp sadece okunan Kur'an değildir. Bildiğimiz gibi Hz. Rasulullah (sav) efendimiz yaşayan canlı bir Kur'an idi. Hz. İmam Ali'nin de: ‘Onların mushafların ucuna taktığı Kur'an konuşmaz ve duymaz. Ama ben konuşan bir Kur'an'ım.' dediği rivayet edilir.
Kur'an, insanları karanlıklardan nura çıkarmak için indirilmiş bir kurtuluş kitabıdır. İnsanı yanlıştan doğruya, karanlıktan aydınlığa yönlendirmenin programıdır. Müslüman, kendi kapasitesine göre Kur'an'ı yaşayan ve onun hidayet nurunu diğer insanlara ulaştırma çabası içinde olan kimsedir.
‘Yaşayan İslam ve Kur'an olmak' son derece önemlidir. Çünkü İslam, salt teorik bir felsefe veya ideoloji değildir. Bilge Kral Aliya'nın ifade ettiği gibi: ‘Kur'an edebiyat değil, hayattır; dolayısıyla O'na bir düşünce tarzı değil, bir yaşama tarzı olarak bakılmalıdır.' Dini, hayattan kopuk bir inanç olarak değerlendirmek eski ümmetlerin düştüğü hatalardan biridir. Kur'an, bizden önceki Yahudi ve Hıristiyan toplulukların düştükleri bu türden hatalara parmak basmış ve aynı hataya düşmeme konusunda uyarılarda bulunmuştur.
İslam'a davet her şeyden önce bir ibadettir. İbadetler hiçbir dünyevi karşılık beklenmeksizin sadece ilahi emirler oldukları için yapılırlar. Dünyevi bazı olumlu sonuçları hesap ederek ibadetleri eda etmek hoş görülmemiştir. Hatta ibadetin uhrevi sonucunu dahi düşünmemek tavsiye edilmiştir. Yüce Kur'an daha önceki ümmetlerin, kendilerine gönderilen elçiler hakkında maddi bir amaç güttükleri tarzındaki düşüncelerine o elçilerin diliyle şöyle cevap verir: ‘Ben sizden, buna karşı bir ücret istemiyorum. Benim ücretim yalnız âlemlerin Rabbine âittir.'(Şuara:180)
Durum böyle olduğuna göre bizim de İslami davet ve mücadele hedefimizi her türlü dünyevi, kişisel çıkarlar sağlama şaibelerinden uzak tutmamız gerekir. İnsanların bize sırt çevirip aldırış etmemeleri bizi üzmeyeceği gibi, yönelmeleri de bizi şımartmamalıdır. Bizim vazifemiz davettir insanlara kabul ettirmek Allah'ın bileceği bir husustur.
Allah'ın dinine davet sonucunda dünyevi durumumuzun düzeleceği beklentisini bugün gereğinden fazla öne çıkardığımız doğrudur. Oysa madem ki ‘davet' bir ibadettir, karşılık beklentisi olmadan yapmak doğru olandır. Falanca sosyal, ekonomik ve siyasal sonuçların elde edilmesi hedef olmamalıdır. Asıl hedef rıza-i ilahiye ulaşmak olmalıdır.
Diğer önemli bir nokta ise davetin sistemli ve belli bir koordinasyon ve denetim ile yürütülmesidir. Klasik literatürde buna ‘cemaat çalışması' diyoruz. Saadet asrında bu tür faaliyetler planlı ve koordineli yapılmıştır. Günümüzde bu noktada da önemli sorunlar yaşadığımız inkar edilemez bir gerçektir.
Cemaat çalışması doğru yapıldığında ilahi yardımın vesilesi olur. ‘Allah'ın eli cemaatle beraberdir' buyrulmuştur. Bir gurubun kimliğini taşımak birey için önemli bir güç kaynağıdır. Bugün dünyaya hükmeden siyasi ve ekonomik güçlerin hepsi bu güçlerini ‘birlik' olmaktan almaktadırlar. Herkes için güç kaynağı olan birlik(cemaat) halindeki çalışmanın Müslümanlar için güç kaybı ve parçalanma nedeni olması hem üzücü hem de düşündürücüdür. İlahi güç vesilesi ve önemli bir ‘nimet' olan cemaat halindeki çalışmanın bizim için neden ‘nikmet'e dönüştüğünün sebepleri üzerinde durmak gerekir.
Yüce Mevla ibadet bilinciyle siyasi bir hizmet yürüten kardeşlerimizin sayini kabul buyursun. Bu hizmeti mevki ve makam için değil, ümmetin dirilişine vesile olmak için yapanlardan eylesin.