ADALET
“Muhakkak ki Allah size adaleti emreder…” (Nahl: 90)
Adalet, düzenli ve dengeli davranmak, orta yolu tutmak, herkese ve her şeye hakkı olanı vermek anlamlarına gelir.
Adalet eşitlik demek değildir. Eşitlik herkese ve her şeye aynı şekilde muamele etmek demektir. Oysa adalet, aynı şekilde değil, hak ettiği şekilde davranmaktır. Yüce Allah kâinatı adalet üzerine bina etmiştir. Her şeye herkese hakkı olanı vermiştir. Tüm canlılar yaratılışlarına ve yaşam koşullarına göre donatılmışlardır. Rızıkları da gereksinimlerine göre verilmiştir. İslam adaleti ayakta tutmayı, hüküm ve muamelelerde hakkaniyetten ayrılmamayı ve kimseyi konum, sıfat veya buna benzer herhangi bir şeyden dolayı kayırmamayı emrediyor.
“Ey iman edenler, adil şahitler olarak, Allah için, hakkı ayakta tutun…” (Maide: 8)
İslam’ın adalet anlayışı hayatın bütün alanlarını içine alır. Bireysel ilişkilerden toplumsal ilişkilere, hukuktan ekonomiye tüm alanlarda adaleti savunur. Statüde adalet, hukukta adalet, eğitimde adalet, ekonomide adalet, fırsat eşitliğinde adalet, temel hak ve özgürlüklerde adalet vs…
Seyyid Kutub İslam’ın adalet anlayışını şu şekilde ifade eder:
“Kur'an "adalet" ilkesini getirmiştir. Bu ilke, her birey, her toplum ve her ulus için insanlar arası ilişkilerin dayanacağı, değişmez ve sağlam bir kulpu garanti altına almıştır. Bu ilke insanın arzu ve isteklerine göre şekil alamaz, sevgi ve nefret gibi kişisel kaprislerden etkilenmez. Akrabalık ve hısımlık bağlarına, zenginlik ve fakirliğe, güçlü ve zayıfa göre farklılık gösterip değişmez. Kendi yolunda ilerler. Herkesi aynı kriterle değerlendirir, herkes için aynı teraziyi kullanır.” (Fizilal’il Kur’an)
Adalet denge demektir. Denge de düzendir. Dengesizlik demek düzensizlik demektir. Düzensizlik de kaos, kargaşa, zulüm, anarşi, kavga, haksızlık ve nihayetinde savaş demektir. Bunun için de adalet hayatın bütün alanlarını kapsamalıdır. Hukukta, ekonomide, eğitimde, gelir dağılımında, fırsat eşitliğinde, anayasal haklarda, insan hak ve hürriyetlerinde, inançta vs… her şeyde adalet olmalıdır. Çünkü bütün bu saydıklarımız bir bütünün parçalarıdırlar ve toplumsal barış ve huzuru sağlarlar. Bunlardan biri sağlıklı işlemezse, toplumsal barış ve huzur sağlanamaz.
Günümüz dünyasında yaşanan insanlık dışı hadiseler ve trajedilerin kaynağında hep adaletsizlik vardır. Bu adaletsizlik bireysel ilişkilerle başlar ve uluslararası ilişkilere kadar uzanır. Bireyler birbirlerinin haklarını gasbederler. Böylece adaletten saparlar. Bir ulus diğer bir ulusu yok sayar veya egemenliği altına alır ya da almak için çabalar ve böylece adaletten sapar, nihayetinde ortaya zulüm, baskı, dayatma, işkence, hak gaspı gibi hayatı ve toplumsal barışı felce uğratan vakıalar çıkar. Hal böyle olunca ortada ne barış kalır ne de huzur.
Adaletsizce işlediğinde hayatı ve toplumsal barışı felce uğratan devlet mekanizmalarının en barizi yargıdır. İdeolojiyle işleyen yargı, birilerinin çıkarlarını koruma altına alırken, bir diğer kesimi ise ortadan kaldırmaya çalışır. Yani diğer bir ifadeyle bu şekilde işleyen bir yargının tek bir hedefi vardır o da: muhalefeti ortadan kaldırmak. Oysa yargının işi muhalif de olsa hakkını vermektir.
İdeolojik olarak işleyen bir yargı sistemi, uygulaması gereken kanunları zorlama yorumlarla farklı mecralara çeker ve adeta ismini tekzip edercesine hükümler verir. Türkiye’deki bir dönem İstiklal Mahkemeleri ve Devlet Güvenlik Mahkemeleri buna birer örnektirler.
Ekonomideki adaletsizlik ortaya sınıfsal farklılıkları çıkarır. Bir tarafta su gibi para harcayarak lüks ve konfor içinde yaşayan insanlar, diğer tarafta karnını zar zor doyuran insanlar… Bir süre sonra çağdaş kölelik düzeni işler. Çark öyle bir döner ki köle köle olduğunun farkında bile değildir. Farkına vardığında ise önünde bir tek seçenek olduğunu görür. O da: Gasp edilen hakkını ne şekilde olursa olsun almak... Yine inanç hürriyetinde, insan hak ve özgürlüklerinde, gelir dağılımında, eğitimde, fırsat eşitliğinde yaşanan adaletsizlikler, sosyal adaletin ve toplumsal barışın dinamitlenmesidir.
Yüzde yüz olmasa da adalet mekanizmasının işlediği ülkeler, her alanda büyük atılımlar gerçekleştirmişlerdir. Her ne kadar bu ülkeler emperyal çıkarları doğrultusunda kendilerinin dışındakilere zulüm etmişler ve sömürmüşlerse de içişlerinde kendi halklarına karşı adalet mekanizmasını işlettikleri için toplumsal barışı sağlamışlardır. Bu da beraberinde birçok alanda atılıma neden olmuştur. Adaletin en büyük işlevi barışı tesis etmesidir. İdeal devlet veya toplumun tesisinin yolu barıştan geçer. Barış da adalete bakar.
Yüce Allah insanlar arasında adaletin tam bir şekilde kaim olması ve dünya yaşamının mutlu ve huzurlu geçmesi, kargaşalık, savaş, kaos ve zulmün yaşanmaması için peygamberler ve onlarla birlikte de kitaplar göndermiştir. Peygamberlerin en önemli görevlerinden biri de insanlar arasında adaleti tesis etmek ve adalet mekanizmasını işler hale getirmektir.
“Andolsun, Biz elçilerimizi apaçık belgelerle gönderdik ve insanlar adaleti ayakta tutsunlar diye, onlarla birlikte kitabı ve mizanı indirdik…” (Hadid: 25)
“İnsanlar adaleti ayakta tutsunlar diye…” Bu şu anlama gelir: Allah’u Teala her halükarda adaletten ayrılmamayı bunu yaşamın tüm alanlarında, bütün kurumlarda ayakta tutmayı emreder.
“Deki: Rabbim adaletle davranmayı emretti…” (A’raf: 29)
Hatta Yüce Allah düşmanlıkta bile adaletten sapmamayı, düşmanlara karşı dahi adaletli davranmayı emreder.
“Ey iman edenler, adil şahidler olarak, Allah için, hakkı ayakta tutun. Bir topluluğa olan kininiz, sizi adaletten alıkoymasın. Adalet yapın…” (Maide: 8)
Yine adalete karşı çıkan, adaletin işleyişini bozan, ortaya haksızlık ve hukuksuzluğun çıkmasına ön ayak olan ve adaleti emredenleri öldürenleri acıklı bir azapla tehdit eder.
“Allah'ın ayetlerini inkâr edenler, peygamberleri haksız yere öldürenler ve insanlardan adaleti emredenleri öldürenler; işte onlara acıklı bir azabı müjdele.” (Al-i İmran: 21)
Resulullah aleyhissalatu vesselam’ın hayatı bu hususta bizim için mükemmel bir örnektir. İnsanlara adaletle hükmetmek en temel kaidesidir. Hiçbir şart ve koşulda adaletten sapmamıştır. Hırsızlık yaptığı için yanına getirilen; ama eşraftan olduğu için elinin kesilmemesi gerektiğini söyleyenlere: “Vallahi Muhammed’in kızı Fatıma da olsa elini keserim” diyerek adilce hüküm vermesi sadece bir örnektir.
Özellikle devleti idare edenlerin adil davranmaları için onları adalete teşvik edici tavsiyelerde bulunmuştur.
“Adil devlet başkanı ve idareciler, mahşer yerinde Allah’ın Yüce lütfuna ve himayesine mazhar olacakların öncüleridirler.” (Buhari)
1925’lerdeki İstiklal mahkemelerinde binlerce insan idam edilmiştir. Toplu katliamlar yapılmış, binlerce insan yerinden yurdundan edilerek sürgün edilmişlerdir. Daha sondaki yıllarda ise İstiklal mahkemelerinin yerini DGM’ler almış, insanlar suçsuz yere yıllarca zindanlara atılmıştır.
Laik Kemalist rejim kurulduğu günden beri genelde tüm Müslüman halka özelde de Kürt halkına büyük bir zulüm yapmıştır. Zilan, Dersim gibi katliamlar bunlardan sadece bir iki örnektir.
Hz. Musa’nın kıssasını hepimiz biliriz. Kur’an Firavun’un zulmünden söz eder. Firavun’un böbürlendiğini, kendisini ve halkını, İsrail oğullarından üstün gördüğünü detaylı bir şekilde anlatır. Özellikle de İsrail oğullarının hakim bir sınıf tarafından köleleştirilmelerine vurgu yapar. Neden mi? Çünkü köle demek hiçbir hakka sahip olmamak demektir. Köle her şeyiyle efendisine tabidir. Efendisi ne isterse köle odur. Kölenin dini, dili, kültürü, ekonomik serbestiyeti, eğitim hakkı, mal edinme hakkı yoktur. Kısacası o bir hiçtir.
Köle efendisinin dinine, diline, kültürüne, eğitimine vs. tabidir. Köle kendi dinini yaşayamaz, çünkü onun din seçme hakkı yoktur. Köle dilini konuşamaz, çünkü efendisinin dilini konuşmak zorundadır. Köle kültürünü, gelenek ve göreneklerini yaşayamaz, çünkü efendisininkileri dururken onunkilerin hiçbir anlamı yoktur. Köle efendisinin kültür, gelenek ve göreneklerini yaşamak mecburiyetindedir. Aksi halde onun efendisiyle arasında ne fark kalır?
Firavun ve halkı üstün idiler. Efendi olduklarından İsrail oğullarının bir kavim olarak bulunmaları olacak şey miydi? Nesilleri kesilmeliydi. İsrail oğullarının bırakın kavim olarak bireysel olarak bile hiçbir hakları yoktu. Peki ya Kürt halkı toptan yok sayılmadı mı? Toplumsal ve bireysel hakları bütünüyle gasp edilmedi mi?
Yüce Allah Hz. Musa aracılığıyla Firavun’u adil olmaya çağırdı. Zulümden vazgeçmesini söyledi. Ama o reddetti. İsrail oğullarına uyguladığı inkar politikasını devam ettirdi. Hatta bunu daha da şiddetlendirdi.
Şimdi Kemalist uygulamalarla Firavun’un uygulamaları arasındaki fark nedir? Firavun kendini rab görüyordu. Kendisini tek kanun koyucu ve hükümdar kabul ediyordu. Peki ya bunlar? Yıllardır aynı şeyi yapmıyorlar mı? Sadece kendilerini hakim geri kalanları da tebaa olarak görmüyorlar mı? Firavun bir halkı köleleştirmişti. Onları bütün haklarından mahrum etmişti.
Peki ya bunların yaptığı ne oluyor? Kürt halkının bütün değer yargıları hiçe sayıldı. Temel insan hakları bütünüyle rafa kaldırıldı. Asimilasyon, inkar, dini yozlaşma, cehalet gibi köleleştirme araçlarının bütünü kullanıldı. Katliamların, talanların ve sürgünlerin ise haddi hesabı yok. Firavun ne yapıyordu? İsrail oğullarının erkek çocuklarını topluca katlediyordu. Kadınlarını ise hizmetçi olarak kullanıyordu. Bunlar ne yaptılar? Bir halkı topyekûn kıyımdan geçirdiler. Firavun en azından bayanları öldürmüyordu. Bunlar hamile bayanlar dahil, çocuğu, yaşlısı, genci kimseyi dinlemeden kıyımdan geçirdiler. Köyleri insanlarla birlikte yaktılar. Hala da bu kıyımlar Kürtlerin dengbêjlerinin stranlarında capcanlı durmaktadır. Halkın hafızası mezalimlerle dopdoludur.
Irak, İran ve Suriye Kürdistan’ında da yaşananlar Türkiye Kürdistan’ında yaşananlardan az değildir. Sadece “Enfal” hadisesinde yüz binlerce Kürt katledilmiş, bir o kadarı da sürgün edilmiştir. Bir halk hem zulme uğramış hem de zayıf bırakılmıştır. Bu halk öteden beri İslam’a olan bağlılığıyla da nam salmıştır. Bu durumda yapılması gereken nedir? Elbette ki yapılması gereken mazlum ve mustaz’af Müslüman Kürt halkının yanında olmak değil midir?