Batı’nın modeli, Selahaddin öncesi çağdır. O çağda Hasankeyf, Mardin, Silvan, Ahlat gibi yerler birer site devletidir. Hatta Zengilerin Halep ile Musul’u arasındaki bağ bile alabildiğine zayıftır.
Bu devletçikler küçük olmanın sağladığı yoğunlaşmayla en azından üst sınıf açısından büyük bir maddi refah içindeydi. Zaman zaman birbirleriyle çatışır, barışır ama her birinin İslam davasına, Kudüs’e katkısı kocaman bir sıfırdı.
Kudüs işgal altında; Haçlılar, Mekke ve Medine limanlarını yakmış; Resulullah’ın Ravzası’nı hafifletilmiş bir ifadeyle tahrip etme tehdidinde bulunuyor. Kimin umurunda? Maddi refah öyle bir uyuşturmuş ki ne idareciler kıpırdıyor ne de halk. Hatta Selahaddin, bu şehirlere talip olduğunda, Diyarbakır gibi şehirler dışında, halk ona karşı idarecilerden daha çok mücadele ediyor.
Haçlılar, Halep gibi şehirleri bile sıkıştırdığında halk, kendisini savunacağına Haçlılara haraç veriyor, Halep site devletinin ömrünü bir süre daha uzatıyor. Ama “huzurunu bozup” Selahaddin’in cihadına asker olmak istemiyor. Ravza-i Mutahhara, Mescid-i Aksa kendilerini ilgilendirmeyecek kadar “uyumlu Müslüman”lardır bunlar.
Bugün planlanan, böyle bir İslam dünyasıdır: Bölük pörçük. Madden kendi değerleri açısından uyuşacak kadar rahat. Batı’nın çıkarları için alabildiğine duyarlı. Batı, öfkelendikçe daha çok taviz vermeye, Batı istedikçe kendi aralarında çatışmaya hazır…” (1)
Bu yazı, Nisan 2011’e ait… Bugün İslam dünyasına bakılınca öyle görünüyor ki eksik bir tespit olmuş. Batı, İslam dünyasında “site devleti” falan değil, sadece çatışma istiyor.
Batılı terimlerle “mikro alan” küçük alandır, “makro alan” büyük alandır. İslam dünyasında her “mikro alan” bizi “makro alan”a götürüyor. Bizim her parçamız, bize bütünümüzü anlatıyor. İster Libya’ya bakın, ister Suriye’ye, Afganistan’a, Nijerya’ya veya Yemen’e… Her biri bizim bir aynamız ve aynımız.
Yemen, Medine’den sonra İslam’ın siyasi bir güç olduğu ilk topraktır. Arapların köklü devlet geleneğine sahip bir coğrafyasıdır. Yemenliler, o devlet geleneği ile İslam’a büyük hizmetler ettiler. Yurtlarını terk edip İslam dünyasının dört bir yanına yerleştiler, İslam toplumları inşa ettiler. Bugün İslam âleminin her yerinde onlardan izler vardır.
Ama Yemen, bu büyük göçle, adeta insansız kaldı. Bir yanı sarp dağlar, bir yanı ticaret için çok elverişli coğrafyası ile nüfus açısından renkli bir yurda dönüştü. O renkli nüfus arasında uyum oluşturmak zorlaştı, Yemen yüzyıllar boyunca istikrasızlık ve isyanlarla anıldı.
Bu ağır tarihin ardından Yemen’de İslam âlemine örnek olabilecek bir uyum da oluştu: Yemen nüfusunun önemli bir bölümü Şii-Zeydi Müslümanlardı. Diğer bölümü ise Ehl-i Sünnet ve Şafii… Zeydi Müslümanlar, Ehl-i Sünnet ile doğru ilişkiler kurdular, siyasi olarak onlarla birlikte hareket ettiler. Yemen Şafiilerinde ise yoğun bir Ehl-i Beyt sevgisi vardır. Öyle ki bazen Yemenli bir âlimin bu mezheplerden hangisine mensup olduğunu seçmek güçleşiyor.
Küfür, bu kaynaşmayı kıskandı. Yemen, ikiye bölündü, Güney Yemen’de İslam dünyasındaki tek bağımsız komünist devlet kuruldu. Ancak sosyalizmin tarih çöplüğüne atılmasıyla Yemen yeniden birleşti ve yeniden toplumsal bütünleşme yoluna girdi.
Her şey yolunda giderken Yemen’in güneyinde uç (Vehhabî) Sünni yapılar gizli bir elce geliştirildi; Şiileri tekfir eden akım orada feodal bazı beylerin öncülüğünde ana akım hâline getirildi. Bu akım çok geçmeden kuzeyde de farklı bir versiyonu ile karşılık buldu.
Kuzeyde Zeydilerin feodal bir geçmişe sahip etkin bir beyi, İran’da aldığı eğitimden sonra mezhep değiştirdi, Zeydi geçmişi terk edip İmamiyye-i İsna Aşeriye (Caferî) mezhebine geçti. Aşiret yapısının hâlâ etkin olduğu Yemen’de yüzbinlerce kişi ona uydu ve Husiler denen Ensarullah akımı ortaya çıktı. Güneydeki uç (Vahhabî) Sünni akıma fazlası ile karşılık verdi.
Şimdi Yemen bu iki akım arasında sallanıp duruyor. İki taraf da zararda… Her iki taraf da kendisini mücahit, karşı tarafı küfrün işbirlikçisi olarak görüyor. Uluslararası güçler ise onların bu çatışmasının üzerine benzin döküp bir İslam ülkesini daha ateşler içinde tutmanın keyfini yaşıyor.
İhtilaf tabii olursa vicdan ölçüsünde kalır ama dış destekli olursa huzursuzluğu bin kat artırır. İslam âleminin bütünü olarak yaşadığımız hikâye bu değil midir?