Dine karşı savaşanlar kaybetti. Dindar kesimler, sosyal alanda görünmesin diyenler de hayal kırıklığına uğradı. Yeni süreçte, dindar kesimler bari siyasi alanda yer almasın diyenler de kaybedecektir.
Dış güçlerin başaramadığını, “muhalif” süsü verilmiş iç güçlerin eliyle gerçekleştirmek, İslam dünyasını işgal sürecinin en belirgin özelliğidir.
Dış güçler, işgal sürecini başarısız oldukları yerde bıraktılar ve hazırlık sürecinde ya da bizzat işgale karşı direniş sürecinde yetiştirdikleri kişilere teslim ettiler.
Dış işgal, İslam dünyasının hangi noktasına yönelik gerçekleşirse gerçekleşsin dünya Müslümanlarının işgalcilere karşı tepkilerine ve işgale konu olan toprakların halkıyla dayanışmaya vesile olurken “Batılılaştırma-modernize etme” ideolojisine oturan iç işgale karşı ne yeteri kadar tepki oluştu ne de dayanışma.
İslam dünyasında Batı destekli modernist hareketler iktidarlaşma açısından iki dönemde incelenebilir.
İlki, 1920’li yıllardan 1950’li yıllara kadar süren örnekler…
İkincisi 1960’li yılların başında ağır bir baskı sürecine giren Cezayir, Tunus gibi örnekler…
İşgal, işgaldir; ister dış güçlerin eliyle gerçekleşsin ister iç güçlerin eliyle ve zulüm, zulümdür; zalim ister bizim dilimizle konuşsun, ister başkasının diliyle.
Ne var ki İslam dünyası, uzun bir dönemdir eğitimden yoksun kalmıştı; dışın uzantısı olan bir işin niteliğini anlayabilecek, buradaki sinsiliği kavrayabilecek bilinçten yoksundu. Bedeni kendisinden olsa da beyni başkasınca doldurulmuş olanın, kalbi bir et parçası olarak kendisine ait olsa da gönlü düşmandan yana olanın kendisinden olamayacağını kavrayacak durumda değildi. Hz. Nuh’un (as) oğlunun yaşadığı bizim için ibret alınacak bir tarih değil, sadece dinlenip “vah, vah” denecek bir hikâyeydi.
İslam dünyası, dış düşmanı, düşman bildi; dış düşmanın iç uzantılarını “kurtuluşçu” sandı.
Dünya basını, o iç uzantılara “imaj” oluşturma hizmetindeydi. Onları “kurtuluş önderi” diye tanıttı; onların modernist çabalarını “tek kurtuluş çaresi” diye reklam etti, onları kendi halklarının tek meşru temsilcisi diye tanıttı; onların modernist hareketine karşı çıkan Müslüman önderleri “gerici, vahşi, çağdışı, medeniyet düşmanı” diye anlattı, modernizme karşı gelişen hareketleri mahkum etti hatta ağır bir ifade ama batılı bir tabirle halkın gözünde şeytanlaştırdı, yani “en kötü sınıfına koydu”
Müslümanlar, Fransızların Cezayir’deki katliamlarını dünya lanetledi. Ama Cemal Abdülnasır’ın Mısır’daki cinayetlerinin cinayet olduğunu kavramakta güçlük çekti. Kavramak da ne? Bugün bile “Cemal Abdülnasır küfre uşaklık eden bir münafıktı” deseniz “onun kafir olduğuna deliliniz var mı?” diyecek olanlar, Abdünnasır’ın katlettiği şehit Seyid Kutub’u hiçbir endişe duymadan tekfir ediyorlar. Bu, uluslararası güçlerin propagandasının Müslümanlardaki şuur eksikliği ile buluşunca nasıl çarpık bir netice doğuracağının önemli bir kanıtıdır.
KİRLİ İTTİFAK KAYBETTİ
1990’lı yıllardan hemen önce yöremiz, yeni bir modernize sürecine sokuldu. Hedef, bizi özümüzden koparıp küresel güçlerin ideolojik etki alanına ve doyumsuz pazarına açmaktı.
1925’te başlayan modernize süreci başarısız olmuştu. 27 Mayıs 1960 ihtilali’nden hemen sonra Devlet Planlama Teşkilatı’nın Sosyal İşler Dairesi’nde projesi çizilen ilk solculuk çalışması yetersiz kalmıştı. Artık bir ulusal sol süreci ile karşı karşıyaydık. Mısır’ın Tunus’un Cezayir’in bir yana Arnavutluk’un, Azerbayca’nın yaşadıklarını biz de yaşayacaktık. İslam dünyasının diğer yörelerinde modernize projesine üstlenmenin ödülü ulus devlet iktidarıydı. Biz de sol örgütün başındaki adamın orada bir dünya medyasına çıkabilmesiydi. Bu kadarcık bir ödül onun kendi halkının değerlerine karşı savaş ilan etmesine yetmişti. Medya, onun, halkını inancından koparmak için uyguladığı yöntemleri görmeyecek; buna karşı direnenleri ise “hain” ve “insanlık düşmanı” diye tanıtacaktı. Bu bir modernize projesiydi. Modernize projelerinin uluslararası ve ulusal zeminde geniş bir desteğe ihtiyacı vardı; bu destek projenin taşeronluğunu üstlenen firmaya fazlasıyla verilecek; onun amelelerine karşı gösterilen en küçük bir tepki mahkûm edilecekti.
Benzeri görülmemiş bir ittifak söz konusuydu; İstanbul medyasının en “güvenlikçi” kalemleri, söz konusu olan sol örgütün “çağdaşlık” yönü olunca şapka çıkarıyor ve bu yönün mutlaka dikkate alınmasını tavsiye ediyordu.
Onların tavrı, onlara yakışır da, İslami kesimin abone olduğu gazete ve dergilerde de pek çok kalem, hatta kimi milliyetçi kökenli kalem, sol örgütü alttan alta övüyor; ona karşı tepkiyi ise en açık şekilde aşağılıyordu. Pek çoğu, kısa bir süre içinde ulusal basına “konuk olma” akreditesine kavuşan bu kalemlerin Mısır ulusal soluna Tunus ulusal soluna gösterdikleri tepkiyi, yörenin üzerine salınan ulusal sola göstermemeleri anlaşılmaz bir tutarlılıktı. İstanbul Üniversitesi önünde kızlarımızın başörtüsünü çıkarmaya yeltenenler lanetlenirken Hakkâri köylerinde kızlarımızın başındaki örtüyü zorla çıkarıp kızlarımıza silah zoruyla, modernleşme adına kot giydirenler bazen aynı kalemlerce adeta kutsanıyordu.
Sanki “Batı’nın milli birliğe zarar verecek kadar aşırı modernleştiği Doğu’nun ise milli birliğin dışında kalacak kadar modernizmden uzak kaldığı” tezi uygulanıyordu.
Yörenin âlimlerinin, sıradan dindarların, okumuş-okumamış dindarlarının kendini o kadar yalnız hissettiği bir dönem daha yaşamamıştı. Daha önceki en ağır süreçlerde bile bir destek te bulunulmamıştır. Güçsüz görülüp kendileriyle kavga etsin diye topuğuna basılıp en büyük mukaddesatına en ağır küfürler edilen, tepki gösterince dayak atılan, ailesi tehdit edilip bir de yakınlarına dövdürülen, Avrupa’daki cüzamlılar gibi evde zincirle bağlanan, bir yolu bulunup bir de resmi sorgularda İsrail askılarına asılan üniversiteli liseli gençlerden hiç biri, “Bu din, bizim altın kubbemiz, bizim toplum sığınağımız, ana kurumlarıyla var olacak mı? Sorusuna “Allah, din mi yaşatır” cevabından başka bir cevap veremiyordu. O günlerde yok oluş endişesini her duyarlı dindar, iliklerine kadar hissetti. Ancak, yakın-uzak komşu, şu-bu hareket... Allah’tan başka yanında hiç kimseyi bulamadı. Dünyada sol örgüte stratejik çıkarları adına destek veren bir devlet, hiç bir siyasi yapılanma sol örgüte “Böyle devam edersen sana verdiğim desteği keserim” demedi. Aksine bir bölümü kendi Türkçe medyasını, İslam’a hizmet için açılan medyasını sol örgüte kutsama hizmetine verdi.
Buna rağmen, dünyanın her noktasında olduğu gibi bu yörede dinle savaşanlar kaybetti. Toplumu çok tahrip etti ama nihai hedefine ulaşamadı.
Din, bu topraklarda, dün vardı; bu gün vardır ve yarın da var olacaktır. Dinin var oluş delili, dün dindarların varlığıydı, bu gün de dindarların varlığıdır. Bu delilin olmadığı yerde hiç kimse, burada din vardır, dememiştir ve demeyecektir.
KARARLI OLANLAR KAZANACAK
Adil bir dünya anlayışında tam bir var oluş, hayatın bütün meşru ve mümkün alanlarındaki bir var oluştur. Hayatın herhangi bir meşru ve mümkün alanında yer almayan bir var oluş, eksik bir var oluştur; bir ayağı sakat, bir gözü kör bir var oluştur.
Bugün, İslam dünyasının her noktasında var olduğu gibi bu yörede de İslami anlayış vardır. İslami anlayışı tümden yok etme ya da yörenin sosyal ve siyasi yapısı üzerinde etkili olmayacak kadar entellektüel bir çevreciğe teslim etme girişimleri iflas etti. O süreç bütün tarafların kabulüyle sona erdi. Şimdi ne olacak?
“Tamam, varlığınızı kabil ediyoruz ama artık ibadetgâhlarınıza çekilin.” Önerisi, dünyadaki bütün dindarların önüne konmuş, ister dışarıdan gelsin ister içeriden, bayatlaşmış, çürümüş bir öneridir. Bu, bizzat bir kısım dindardan da gelse laik bir öneridir.
“Var olun ama yok olun”; vicdanlarınız diri olsun, sosyal hayata müdahaleniz ölsün demek, Eflatun’nun “Allah vardır ama hayata müdahale etmez(haşa); evreni yarattı, şimdi onu seyretmekle meşgul” iddiasından zerre kadar farklı değil.
Var olan, hayatın meşru ve mümkün her alanında var olacaktır; meşru ve mümkün her zeminde temsil edilecektir; bu, onun hakkıdır. Buna öncelikle hak sahipleri inanacak. Bu hakkı kullanmamanın eksiklik, bu hakkı engellemenin zulüm olduğunu bilecek.
Dünyada farklı siyasi tercihler vardır. Bunlardan çatışanlar ve benzese de bir olmayanlar söz konusudur. Mühim olan çatışanları değil, benzese de bir olmayanları ayırt edebilmektir. Sosyalizm ile sosyal demokrasi muhafazakârlıkla din referanslı anlayış gibi.
Toplum, ister kendisine yakın sosyalizm; ister uzaktaki sosyal demokrasiyi; ister muhafazakârlığı ister İslami anlayışı tercih eder. Bunların her birinin varlık gerekçeleri, dünya bakışları, sorunlara çözümleri, çözümlerini dayandırdıkları kaynaklar birbirinden farklıdır; neticeleri de farklıdır.
Sosyal demokrasi ile sosyalizmin neticeleri birbirinden farklı olduğu gibi muhafazakârlıkla İslami duruşun neticeleri de bir birinden farklıdır. Sosyal demokrasi, Batı’da kapitalist anlayışa süreklilik kazandırdığı gibi muhafazakârlık da Batı’da Fransız ihtilali ile başlayan din karşıtı süreci bir katlanma, onunla uzlaşma biçiminde yol almıştır. Muhafazakârlıkla yetinilmeli mi yetinilmemeli mi, İslami bir anlayış ne getirir? Toplum bunun üzerine düşünecek, muhafazakârlıktaki maslahat iddiasını da İslami anlayıştaki dünya ve ahiret selameti iddiasının da değerlendirecektir. Kendini topluma kabul ettirme yönünde her birinin avantajları ve dezavantajları vardır.
Öz güveni olan kendi duruşunu bütün yönleriyle topluma anlatır; kendisini topluma anlatmak isteyenlere yol verir; aksi yöndeki bir tavır jakobenizm olur; hiç bir jakoben duruş toplumun doğru olduğuna inandığını bir gün deneme eğiliminin önüne geçememiştir. Toplum, sinmiş gibi yapar, erteler ama doğru olduğuna inandığı çözümü dener; o çözümün sahiplerini iktidar yapar.
Dünyadaki bütün siyasi hareketlerin ve bütün toplumların tarihini, bu tezin kanıtıdır. Esas olan, toplumun doğru olanın, doğru olduğuna inandırılması ve doğruyu savunmadaki kararlılıktır; gerisi, sadece bir zaman ve zemin konusudur. Yörede dine karşı siyasetin, henüz İslam referanslı bir siyasi muhalefetle baş edecek kadar olgunlaşmadığını düşünenler son süreçte rahatsız olacak, bu süreci sabote etmeye çalışacak. Ama hiç bir hile, kararlı bir duruşa karşı koyacak kadar güçlü değildir.