Selahattin Demirtaş’ın ayrı bir parti kurabileceği konusu tartışıldı medyada.
İlkin bunu Mahmut Övür gündeme getirdi.
Hem HDP hem de Demirtaş bunu reddetti.
Demirtaş, yeni bir parti kuracağı iddialarına ilişkin olarak, kendisini ziyaret eden HDP heyetine şunları söylemiş: "Ben siyaseti, hayatı bu partide öğrendim. Bu partide mücadele ettim, büyüdüm, yürüdüm. Dolayısıyla benim partim dışında herhangi bir mecrada, HDP dışında herhangi bir arayışta adımın geçmesi beni üzer, hatta öfkelendirir."
Demirtaş’ın isminin “yeni bir parti arayışı” ile beraber zikredilmesi kendisini “üzer ve öfkelendirir” mi, tam emin değilim. Ben buna “korku” ya da Öcalan ve Kandil’in katman katman örülen “neo demokratik sistemi” diyeyim.
Mahmut Övür, ya temennilerini dile getirdi ya da birileri harekete geçsin diye cesaret vermek istedi.
Ama HDP siyasetini, PKK ile olan ilişkilerini bilenler Demirtaş’ın böyle bir şeye cesaret edemeyeceğini de iyi bilirler.
Bırakın parti kurmayı, kontrolsüz bir açıklamanın bile nelere mal olduğunu hafızası biraz iyi olanlar hatırlar.
Biraz geçmişe gidelim.
Bir dönem Diyarbakır Belediye Başkanlığı da yapan Osman Baydemir’in yaşadıklarından söz etmek istiyorum.
Osman Baydemir, “çözüm süreci”nin heyecanına kapılıp “Silahlı mücadele miadını doldurdu” demişti.
Öcalan, avukat görüşmesinde zehir zemberek sözlerle Baydemir’i paylamış, hatta tehdit etmişti:
“Bazen öyle şeyler oluyor ki, çok şaşırıyorum. İşte Osman çıkıyor kendi işi olmayan bir konuda söz söylüyor. Çıldırıyorum. Söyleyecek söz bulamıyorum. Kerizler mi? Kalkıp silahlı güçler miadını doldurmuş diyorsun, silahlı güçler miadını doldurduğunda sen düşünmüyor musun o koltuğunda iki ay oturabilir misin, AKP seni bırakır mı?” (…)
“Bu hakkı kendinde nasıl bulursun? Sen Kürdistan’ın en önemli en büyük şehrinin Diyarbakır’ın belediye başkanısın ancak zerre kadar Kürtlerle ilgin yok! Çoğunuzun durumu da bundan farklı değil. Oyun kurmuşlar sizin altınızı oyuyorlar, farkında değilsiniz.” (…)
“Şimdi size de soruyorum, benim aklıma şu geliyor, bu adam ya bir yerlere dayanıyor, sahte liderliğe oynuyor, bir gücün uzantısı, birilerinin adamı ya da böyle basın karşısında şov yapan, şovmen, hophop, işgüzar biri mi? Benim aklıma başka bir şey gelmiyor.” (…)
“Osman’ın önünde üç seçenek var: Bir, ya derhal istifa eder gider Diyarbakır’da o AKP’ye yakın STK’larda çalışır. İki, kapsamlı, samimi bir özeleştiri verir, görevinde kalır. Üç, gider evinde oturur, işine gücüne bakar. Bunları gidip kendisine anlatacaksınız, gidip bizzat konuşacaksınız. Anlatmazsanız aksi takdirde sizi sorumlu tutarım.” (…)
“Gençlerin öfkesinden de mi çekinmiyorlar? Ben Diyarbakır gençlerini bilirim, onun ağzını yırtarlar, müsaade etmezler. Herkes kendi işini yapacak. Kandil’in bile üstesinden gelemediği bir konuda sen nasıl böyle olmalı dersin, kurucusu sen misin?”
Biz bu konuyu daha önce birkaç kez “ağız yırtma demokrasisi” kapsamında işlemiştik.
Osman, haddini bildi ve sesini kıstı.
Hatta özeleştirisini bile verdi. (Çaycı kamuflajıyla işini sürdüren örgüt yöneticisine özeleştiri verirken, aslında MİT’e konuştuğunu herhalde bilmiyordu.)
Şimdi bu örnek ortadayken, Demirtaş, İmralı ve Kandil’den izinsiz parti kurabilir mi?
Hiç sanmıyorum.
Üstelik Selahattin, kardeşi Nurettin’in nerede olduğunu biliyorken ve “ağız yırtma demokrasisinin” çok farklı şekillerinden haberdarken…
Hiç sanmıyorum…
YENİ BİR YOL SEÇMİŞ
Cübbeli Ahmet, “Savcılar beni çağırırsa silahlanan 150 derneğin ismini vermeye hazırım” demiş.
“Hani sayı 2000 dernekti” demeyeyim, çünkü o zaman tehlikeli sulara girmiş olurum.
Adam yetenekli, kabul ediyorum.
Mübalağa sanatından delil getirerek beni haksız duruma düşürür, diyecek bir şeyim de olmaz.
Ama benim meselem sayıdan çok Cübbeli’nin yaptığı çağrı.
Birkaç soru sorayım önce.
-Cübbeli, eğer istihbarattan bilgi almıyorsa derneklerin silahlandığını nereden biliyor?
-Cübbeli’nin kendine ait bir istihbarat ağı mı var? Bu durumda “paralel istihbarat” suç olmaz mı?
-Bilgi istihbarattan geliyorsa neden Cübbeli üzerinden servis ediliyor? Oysa İstihbaratın beraber çalıştığı çok sayıda gazetecinin ismi basın camiasında biliniyor.
-FETÖ’nün Cübbeli’ye karşı operasyonu aslında MİT’e karşı bir operasyon muydu?
-Cübbeli farklı istihbarat birimlerinden bilgileri basına servis ederek MİT’i zor duruma mı düşürmek istiyor?
Rahatsız edici sorular, farkındayım; ama kesinlikle şunu söyleyebilirim ki, Cübbeli’nin iddiaları kadar rahatsız edici değil.
Ve asıl ilginç olan da İslami cemaat ve yapılara karşı sürekli operasyon isteyen Kemalist Perinçek ile Cübbeli’nin aynı yerlerde buluşması.
Oysa bu işin tabiatına aykırı.
Aslında bir süredir Cübbeli, tabiat mabiat bırakmadı.
Bundan bir süre önce “Karanlık oda”dan biriyle yaptığı söyleşide şunları söylemişti:
“Bu vatan, ecdadımızın fethettiği vatanlar; bize vatan yapmışlar. Mustafa Kemal de kurtarmış. Bunu kurtarana nasıl düşman olacaksın yahu? Sevmemenin ne anlamı var?”
Bununla da yetinmiyor Cübbeli. Her yerde Kur’an dersi vermenin yasaklandığı bir zamanda Atatürk’ün hocasının hocası Aşıkkutlu Efendiye “ders izni” verdiğini iddia ediyor. Hatta daha da ileri gidiyor ve Kur’an dersi yasağının sadece bu işi istismar edenlere uygulandığını söylüyor.
“Hilafetin kaldırılmasında” bile dönemin şartlarının önemli olduğunu iddia ederek Kemalist rejimi aklama yoluna gidiyor Cübbeli.
Maalesef gerçekleri tersyüz ediyor Cübbeli.
Resmi tutanaklardan ezanı aslından okudu, Kur’an dersi verdi diye hapislere atılan yüzlerce kişiye dair örneklere artık ulaşılabiliyorken, binlerce caminin ya satıldığı, ya yıkıldığı ortadayken, idam edilen alimlere ait resmi mahkeme tutanakları biliniyorken Cübbeli’nin iddialarının tutarlı hiçbir tarafı yoktur.
Üstelik ortada Cübbeli’nin de “bağlı olduğunu söylediği” Çarşamba’nın önemli isimlerinden ve Osmanlı’nın son dönem büyük alim ve ariflerinden Ahıskalı Ali Haydar Efendi’nin yaşadıkları da ortadayken…
Evet, meşhur Ali Haydar Efendi’den söz ediyoruz.
Büyük alim İskilipli Atıf Hoca ile beraber zindana atılan alimlerden biri de Ali Haydar Efendidir. Aynı hücreleri paylaşmışlar, sohbet etmişlerdir. Zaten eskiden de tanışıyorlardı, çünkü aynı hocadan ders almışlardı.
Son mahkemelere doğru aralarında şöyle bir diyalog geçtiği olayın şahitleri tarafından ifade edilir.
“Yer: Ankara Hapishanesinin o muzdarip koğuşu… Müdafaanameleri hazırlamaları için mazlumlara tanınan bir günlük sürenin sonuna yaklaşılıyor. Herkes bir şeyler karamakla meşgul. Bütün bunlar olurken iki kadim dost var ki onlar farklı alemlerde. Ali Haydar Efendi Fetih Suresini okuyor ve mutad sayıya delalet etsin diye her okuyuşunda karyolaya bir çizik atıyor. Atıf Hoca ise sekiz sahife olarak yazdığı müdaafanamesini elinde büzmüş bekliyor. Ali Haydar Efendi:
– Atıf Efendi! Rüyada şeyhimi gördüm, bana 33 defa Fetih suresini okumamı işaret buyurdular, bu vesileyle inşaallah halas kalacağımı telkin ettiler. Siz de okuyun. Hakkınızda talep edilen mahkumiyet Allah’ın izniyle kalkar. Atıf Efendi:
– Ben de Kainatın Efendisi’ni (s.a.v.) gördüm. Bana “yanıma gelmek dururken ne diye müdafaa karalamakla uğraşıyorsun?” dedi.” (Ahmet Açıkgöz, İnkişaf)
Ertesi gün mahkemeye giderler ve müddeiumuminin (savcı) 3 yıl hapis istediği Atıf Hoca’ya “idam kararı” çıkar.
Ali Haydar Efendi ve birkaç kişi daha serbest bırakılır.
Serbest bırakılır bırakılmasına; ama gözetleme, takip ve tacizler devam eder. Tam 25 yıl sürer bu eziyet.
O sıkıntılı süreçte de zorluklar içerisinde dersleri devam ettirmeye çalıştı.
Menderes iktidara geldiğinde çok sevindi. Özellikle ezanın aslına çevrilmesinden dolayı.
Bakın Cübbeli 2015’te bir konuşmasında ne diyordu:
“Ali Haydar Efendi babamız “5 vakit namazında Adnan Menderes’e dua etmeyenin namazı kabul olmaz” buyururdu. “Adnan kuluna yardım et” diye dua buyururdu. İhtilalden sonra o kadar üzüldü ki, huzur bulmadı, dünya kelamı etmedi.”
Şimdilerde “Tek parti uygulamalarını” aklamaya çalışan Cübbeli bakın 2015’te ezan için ne diyordu:
“Bu dönemde ne adamlar ceza aldı. Gönen’de, Cuma günü, bir kişi iç ezanı okuyor. “Allahüekber” diye başlıyor. Hem de hükümet konağının yanındaki camide. Ezanı hızlı hızlı okuyor, ayakkabılarını alıp kaçıyor. Aynı şahıs, başka bir gün minareye çıkmış, başlamış ezana… Bakmış geliyorlar, yarıda bırakıp kaçmış… Aramış, bulamamışlar… Böyle birçok olay vardır.
Allah rahmet eylesin Adnan Menderes ve etrafındakiler Ezanı aslî lafızlarına döndürünce Çarşamba’daki Ali Haydar Efendi’nin ilk sözü şu oluyor: “On Ali Haydar bir Menderes.” O kadar memnun olmuş. Varın hesap edin çekilen sıkıntıyı. Görünüşte Ezan sünnettir ama onu tağyir etmek çok ağır bir mesele.”
Evet, Cübbeli’nin bunları unuttuğunu düşünmüyorum.
Olsa olsa “birileri ile yürümeye” başlamış ve kendine “yeni bir yol” seçmiştir.