Yeni Zelanda’da yaşanan katliam, üzerinde uzun durulmayı gerektiriyor. Katliamdan sonra Yeni Zelanda Başbakanının tutumu takdir toplarken katliamın arka planı ve geleceğe yansımlarının ne olabileceği açıkta kaldı. Bu açıkta kalan tarafların anlaşılması gerekiyor.
Bu bireysel bir eylem miydi yoksa bir eylem sürekliliğinin son halkası mıydı? Ya da bundan sonraki bir eylem türünün ilki miydi?
Eylemi yapan bir karakter miydi yoksa bir tip mi?
Bu soruların cevabını katil biliyor. Ama katilin sorgusunda İslam dünyası hiçbir zaman bulunmayacak, bunun için katilin fiziki olarak hangi örgütlenme içinde bulunduğunu öğrenemeyecek. Sorgusunu yapacak olan Batı ise olay sonrasındaki hava içinde bu soruların cevabını unutturmaya çalışacak. Ama bu durum, bizim konunun arka planını tamamen kaçırmamıza da yol açmayacaktır.
Olaydan sonra BBC gibi Batı’nın yayın organları ve ABD, olayı bir terör vakası olarak nitelendirmediler. Muhtemelen teröristin sorgusundan da bu yönde bir sonuç çıkarılacak. Vaka, bazı hislere kapılmış, çılgın bir adamın caniliği, vahşet eğilimli karakterinin kanlı bir neticesi diye nitelendirilecek. Dünya kamuoyu da buna inandırılmaya çalışılacak. Oysa sorgu sonrasında hangi açıklamalar yapılırsa yapılsın mevcut bilgiler bizim, bundan farklı bir sonuca ulaşmamız için yeterlidir.
Her şeyden önce bu eylem bir eylem dizisinin devamıdır. Şöyle biraz gerilere döndüğümüzde bu tür eylemlerin ilkinin 1969 Mescidi Aksa yangını olduğunu söyleyebiliriz.
İsrail, 1967’de Mescid-i Aksa’yı işgal etti. 21 Ağustos 1969’a gelindiğinde İsrail’in istilasının ne zaman sonuçlanacağı tartışılmaya devam ediyordu ama o gün mescid ateşe verildi. Mescidin yanan kısımlarının başında Nureddin Mahmud Zengi’nin yaptırdığı ve Selahaddin Eyyubî’nin yerine koyduğu Nureddin Minberi vardı. Minber, Selahaddin tarafından yapılan ikinci fethin simgesiydi.
Ya yangını çıkaran katil? Dennis Rohan diye Avustralyalı bir adam... The Church of God (Tanrı’nın Kilisesi) yapısına mensup bir Evanjelist... Her gün bir Müslüman gibi, Mescide gelmiş ve yangını büyütecek malzemeyi özenle Mescide saklamış ve nihayetinde Mescidi ateşe vermiş. Bu kadar planlı çalışmış bir adam, “akıl hastası” olduğu gerekçesiyle cezasız bırakıldı.
Yeni Zelanda’daki eylemin birebir benzeri ise 25 Şubat 1994’te Filistin’in el-Halil kentinde yaşandı. O gün sabah namazı sırasında Baruch Goldstein adlı Yahudi yerleşimci elindeki otomatik silahla namaz kılanlara ateş etti. Olayda 29 Müslüman şehid olurken 125 Müslüman da yaralandı. Katil, olay yerinde Müslümanlar tarafından linç edilerek öldürülürken el-Halil Camisi, dokuz ay boyunca sözde tadilatta bırakıldı, ardından caminin büyük bir kısmı istila edilip havraya çevrildi. Caninin üzerine atlayıp öldürülmesini sağlayan iki Müslüman genç, Selim İdris ve Nemir Mücahid ise daha sonra siyonistlerce şehid edildi.
Yeni Zelanda’daki katliam, bu iki eylemin bir sentezi gibidir. Dolayısıyla bir ilk değil, benzerlerinin son örneğidir. Katil de bir karakter değil, Yahudi-Hıristiyan dünyaya ait bir terörist tipidir.
Teröristin silahları üzerindeki isimler, teröristin menşei konusunda bir kuşku bırakmamaktadır. Terörist, Bernard Lewis tarafından siyasallaştırılmış ve terörize edilmiş Evanjelizme mensuptur.
1948’de İsrail kurulduğunda Batılıların önemli bir kısmı klasik Hıristiyan mantığı içinde Filistin’in böyle bir yapıya bırakılmasından rahatsız olmuş, ABD de bir süre İsrail’in kuruluşunu kurucularının sosyalist olmasından dolayı kuşkuyla karşılamış ve İsrail’i tanımak istememiştir.
İsrail, Sovyet Rusya’nın desteğiyle Birleşmiş Milletler’de tanınma engelini aşmışsa da ABD’nin ve bir kısım Batılının tutumu Lewis ve benzeri siyonistler için bir sürecin başlangıcı olmuştur. II. Dünya Savaşı’nda İngiliz istihbaratında çalışan Lewis, bu vakadan sonra kendisini İsrail odaklı olarak Müslümanları bölmeye ve Müslümanlarla Hıristiyanlar arasındaki düşmanlığı canlandırmaya adamıştır. Lewis’e göre Müslümanlar, tarih şuuruna öteden beri sahip olduklarından Batı’ya karşı ön yargılıdırlar. Ancak Batılılar, tarih şuuruna sahip olmadıklarından Müslümanların kendilerine nasıl düşman olduklarını bilmiyorlar, bunun için zaman zaman Müslümanlarla benzer bir tutum takınabiliyorlar. Ki onu ilgilendiren asıl benzer tutum, başta İslam alemindeki Ortodoks Hıristiyanlar olmak üzere Ortodoks Hıristiyanların Kudüs’ün İsrail’e bırakılmasından rahatsız olmaları ve hatta kimi zaman buna karşı mücadelenin fiilen içinde yer almalarıdır.
Katilin silahları üzerindeki isimler, genelde Hıristiyan-Müslüman düşmanlığını körüklemeye; özelde ise Ortodoks Hıristiyan-Müslüman düşmanlığını canlandırmaya dönüktür. Zira Lewis’in tezlerinin isim babası olduğu Medeniyet Çatışmacılarının İslam’a karşı mücadelede temel kaygısı başta Rusya olmak üzere Ortodoks dünyanın nasıl ikna edileceğidir. Onlara göre hem Rusya, kendisini Batı’dan ayrı gördüğünden hem de Ortodoks Hıristiyanlarla Müslümanlar zamanla birbirleriyle yaşamaya alıştıklarından Rusya’nın buna ikna edilmesi zor ama aynı zamanda elzemdir.
Dikkat edilirse teröristin silahları üzerinde Haçlı Seferlerinin kahramanlarından öte, Doğu Avrupalı Hıristiyanların ve onunla birlikte Gürcülerin isimleri vardır. Silahların üzerindeki en dikkat çekici isimlerden biri ise Şipka Geçidi’dir. Balkanlardan Edirne çevresine uzanan bu geçit, 1877- 1878 Osmanlı Rus Harbi’nin simgesidir. Osmanlı, bu geçitte üstünlüğü kaybetmekle Rusya’nın İstanbul’a kadar yolu açılmıştır. Bu isme Ayasofya ismi de eklendiğinde katilin Türkiye ile Rusya arasındaki yakınlaşmayı hedefine koyduğu ve bununla Medeniyet Çatışması tezinin sahiplerine hizmet etmeye çalıştığı açıkça görülmektedir.
Katilin silahlarının üzerinde Nazilerden birinin ismini de yazması ise tamamen kafa karıştırma çerçevesinde görmek gerekir. Zira Avrupa’da yetişen Neo Naziler, nasıl bir dönüşüme uğramışlarsa (!) anti Semitik değil, Müslüman düşmanıdırlar. Irkçılığın Avrupa’da anti Semitizmden İslam düşmanlığına yöneltilmesi de Lewis gibilerinin çabalarının bir karşılığı olarak görülmelidir.
Vaka sıcaklığını korurken Trump’ın Golan Tepeleri’ni gündeme getirmesi de bir denk geliş midir? Bunu zaman gösterecek ama öyle görünmüyor. Trump, Müslümanların dikkatini bu terör eyleminden bir anda uzaklaştırmayı istemiş olabilir ya da Evanjelizm tarafından beslenen terör eylemlerinin bir gün Yahudilere dönme ihtimalini gündeme getiren bazı Yahudi kesimlere Yahudilerin en büyük güvencesinin kendisi olduğunu duyurmak istemiş olabilir. Trump’ın gerçek niyeti ne olursa son on yılda zayıf da olsa İsrail’in etrafını saran duvarın gittikçe yıkıldığı, bölgede yakılan fitne ateşinin Trump ve Natenyahu’nun işini kolaylaştırdığı görülen bir durumdur.
Bu tür terör eylemleriyle Evanjelist yapı, kendisiyle İslam dünyası arasındaki çatışmayı bütün Hıristiyanlarla İslam dünyası arasındaki bir çatışmaya dönüştürerek büyük İsrail projesi yönünde amaçlara ulaşmak istemektedir.