Ak Parti iktidarının ilk zamanlarıydı. Vesayet odakları geleneksel keyfi alışkanlıklarını sürdürmek adına işgal edip hak ve özgürlük taleplerine karşı birer taarruz mevzisine dönüştürdükleri siyasi, iktisadi, güvenlik, yargı ve diğer önemli bürokratik alanlardan normal sınırlara çekilmeyi bir türlü hazmedemiyordu.
Ekabir tavırlar, kıpırdanmalar, meydan okumalar, örgütlenmeler, darbe planları derken atılması düşünülen tüm olumlu adımları vesayetin kalıcılığı adına sabote etmeyi birinci öncelikli görev olarak görüp karşı koyuyorlardı. Nitekim medyasıyla, siyasi ve ekonomik sac ayaklarıyla, akademik örgütlenmesiyle, yedeğindeki kendi STK’larıyla, düzenledikleri meşhur “Cumhuriyet mitingleriyle”, yaptıkları aşikar “DARBE” çağrılarıyla her alanda meydan okumaya başladılar.
Vesayetçi geleneğin bu iflah olmaz tavrı en sonunda “Ergenekon operasyonları” ile müsemma Türkiye siyasi tarihinin en önemli “Vesayetten kurtarma” harekatını beraberinde getirdi. Yüzlerce operasyon yapıldı, binlerce kişi tutuklandı. Yargısal süreç hüsranla neticelenmiş olsa da geleneksel vesayet alışkanlıkları alanında bildik alışkanlıklar büyük oranda değişti.
Herkes tam “Temiz Türkiye” hayallerinin tutkunu oluverirken bu kez eski vesayetin makyajlanmış versiyonu olarak FETO denen yapı toplumsal dinamikleri zehirlemeye başladı.
Güç sarhoşluğu, Ergenekon’dan sonra bu kez ruh ikizi olarak FETO’yu doğurmuş oluyordu. Devletin gücünü arkasına alarak farklı toplumsal dinamikleri kendi paletleri arasında ezerek büyüyen FETO, nihayetinde siyasi iktidara kafa tutacak bir noktaya yükselmişti.
Önce 17/25 Aralık ve nihayetinde 15 Temmuz başarısız darbe girişimi, küçük kardeş FETO’yu Ergenekon Ağabeyinin akıbetine maruz bıraktı. Ağabey konumundaki Ergenekon ile ilişkilendirilen kesimin intikam duyguları da eklenince küçük vesayetçi kardeş FETO, adeta tuz buz ediliverdi.
15 Temmuz darbe girişimin başarısızlığa uğraması ve FETO tasfiyesinin başlaması, Ergenekon tasfiyesinde olduğu gibi toplumsal düzlemde daha büyük umutların yeşermesine yol açtı. Ergenekon gitmiş, koltuğuna kurulan FETO da nihayetinde derdest edilmişti. Görünürde toplumsal dokuyu zehirleyecek, kin ve nifak tohumlarını ekip yeşertecek vesayet ejderhaları ortalarda görünmemekteydiler. Sevinmemek ya da umutlanmamak için açıkçası zahirde pek bir neden görünmemekteydi.
Ancak yine olmadı. Toplumsal huzur beklentisi her geçen gün daha fazla kısır döngülere doğru yol almaya başladı. Belliydi ki bu kez FETO’nun boşalttığı alanlar, siyasi iktidara yanaşan kesimlerce doldurulmaya başlandı. Öyle ki şu anda siyasi iktidarın etrafı bu kez geçmişten farklı olarak zıtların bir araya gelerek oluşturdukları bir konsorsiyum tarafından sarılmış görüntüsü oluşmuş durumdadır. Birçok resmi uygulama, bürokratik tasarruflar, iktidardaki siyasi erkin zihin dünyasıyla bağdaşmamasına rağmen uygulamaya konulabiliyor. Hem de elle tutulur bir tepkiyle karşılaşılmadan. Hatta siyasi iktidarı temsilen etkili kalem-kelam sahiplerinin hayret edilecesi övgüleri ve sahiplenmeleri arasında.
Ekonomi baltalanıyor, toplumun yapı taşı aile kurumunun altı oyuluyor, toplumsal yozlaşmaya her türlü katkı sunuluyor, eğitim kurumları siyasal totemcilerin manevra alanına dönüşüyor, nesil cinsiyetsizleştiriliyor, dini argümanlar itibarsızlaştırılıyor. Bunlara karşı önlem alması gereken iktidar görmezden geliyor, savunucuları ise alkış tufanı koparıyor.
İşte bu normal bir sürece hiç benzemiyor. Ergenekon’un hareketlenmesi süreci normal bir süreç değildi, en sonunda patladı.
FETO’nun el üstünde tutulduğu süreç normal bir süreç değildi, o da sonunda patladı.
Ergenekon sürecinin patlayarak iş göremez hale gelmesinin en kritik eşiği “27 Nisan e Muhtıra”nın başarısız bırakılmasıydı. Sonrasında umutları kesildi.
FETO’nun patlayarak iş göremez sürece adım atması ise, “7 Şubat” ardından “17/25 Aralık” sürecinin akim bırakılması ile başladı. 15 Temmuz’daki başarısız girişimiyle de perde kapandı.
Her normal olmayan sürecin mutlaka bir patlama noktası vardır. Ergenekon ve FETO’da patlama noktası ortak şekilde “Darbe” özentisi ya da girişimiyle oldu.
Şu an yaşadığımız süreç, yürüme biçimiyle benzer bir serüvene evrilir mi, bence tartışılmalı. Siyasi iktidardan daha ziyade kendilerini “Muktedir” gören yapılar var ve bu yapıların temsilcileri bunu açıkça kameralar önünde zikretmekten de çekinmemektedirler.
Kendilerini siyasal iktidarlara rağmen “Muktedir” görmek berbat bir durum olsa da Türkiye’de kaçınılmaz bir hal almaktan kurtulamamaktadır.
Kendilerini “Muktedir” hissedenlerin Türkiye’de nelere girişebileceklerini tahmin etmek kahin olmayı gerektirmeyeceğinden, yarın olabilecek kimi olumsuzluklar için şimdiden tahminlerde bulunmanın vakti sizce de gelmemiş midir?