Acımasız bir şiddetin, vahşetin, dehşetin yaşandığı Suriye’deki bir kamptan söz ediyorum.
Açlıktan ölenlerin sayısı yüzü geçmiş bu kampta.
Baas rejimi kampı kuşatmış ve yardım girişine izin vermemektedir.
Bulabilirlerse kedi ve köpek eti yiyorlar, cesetleri el arabası ile taşıyorlar.
Hayır, bu bir savaş değil.
Geleneğimiz içerisinde, değerlerimiz içerisinde bir sapma bu.
Bombalamalar, viran olan şehirler, tecavüzler, enformasyon savaşları…
Durup şöyle bir bakalım demiyor, diyemiyoruz.
Ne oluyor bize?
Irak işgal edildiğinde, Ebu Gureyb’den dışarıya yansıyanların anlaşılabilecek bir tarafı vardı.
Tanrı tarafından görevlendirildiğine inanan psikopat bir başkanın emrindeki yamyamlar sürüsüydü Irak’ı işgal edenler.
Onlardan her insanlık dışı fiil beklenirdi.
Onlar ne savaşın ahlakından haberdardılar, ne onurlu direnişin ne anlama geldiğini biliyorlardı.
Afganistan işgalinde de görmüştük onları.
Kunduz’da araçlara doldurulup yolda öldürülen mazlumlardan haberdar olmuştuk.
Açlık ve susuzluktan ölenleri duymuştuk.
Mezar-ı Şerif’te, Ceng kalesinde yaşanan vahşeti duymuş, görüntüleri izlemiştik.
Yadırgamıyorduk o yaşananları.
Onların tarihi de kültürü de vahşet ve katliamlarla doluydu çünkü.
Kızılderilileri zevk için katletmiş, Afrika’dan insanları toplayıp köleleştirmişlerdi.
Kitle imha silahları ile sivil insanlardan yüz binlerce insan katletmişlerdi.
Hiroşima ve Nagazaki…
Sonra Vietnam savaşı…
Her türlü insanlık dışı silah ve yöntemi denemişlerdi.
Halen de Vietnam’da çocukların sakat olarak doğduğu söyleniyor.
Ekini ve nesli tahrip etmişlerdi o zalimler.
Sömürerek semirme, ezerek yükselme stratejisini uyguluyorlardı.
Onları, tarihlerini ve yöntemlerini biliyorduk.
Ama sonra içimizden çıkan bazı yaratıkların vahşette onlarla yarıştığını fark ettik.
Hama diye bir şehir içindekilerle beraber imha edildi.
Ölü sayısının 30 binle 50 bin arasında olduğu söylendi.
On yıl içinde zindanlarda yüz binden fazla insan katledildi.
Vahşette sınır tanımayan yaratıklar katliam operasyonlarına “Enfal” adını verdiler.
Kimyasal silahlar kullandılar ve tarihimize Halepçe ve Guta isimlerini unutulmaz trajediler olarak eklediler.
Tarihte kiliselere, havralara zarar vermeyen bizler, camilerde bombalar patlatmaya, camileri uçaklarla bombalamaya başladık.
Kimyasal silahlar, varil bombaları…
Siyonist katillerin kullandığı fosfor bombalarına tepki göstermiş ve uluslararası bir suç olduğunu söylemiştik.
Kahrolsun israil, diyorduk ve haklıydık; ama bizimle aynı coğrafyanın havasını teneffüs eden kimi zalimlerin katliamda israili çok geride bıraktığını görmedik, göremedik.
Belki de görmek istemedik.
Birbirimizle savaştık; ama savaşın da bir ahlakının olduğunu unuttuk.
Bir vahşete imza atmakla suçlandığımızda karşıdakinin işlemiş olduğu bir vahşeti örnek gösterdik.
Bir değerler dünyasına sahip olduğumuzu, tüm davranışlarımızı belirleyen bir inanca sahip olduğumuzu unuttuk.
Şimdi açlıktan ölüyor insanlar.
Yermük Kampı’nda insanlar açlıktan ölüyorlar.
Siyasi demeçler birbirini takip ediyor.
Küresel çıkar hesapları enterkonnekte bir sisteme dönüştürülüyor.
Halen insanlar açlıktan ölüyor ve buna karşı bir şeyler yapmak yerine “ama onlar da şöyle” diye başlayan mazeretler ileri sürüyoruz.
Kabul edelim artık ne inanç ne de değerlerimizle bir bağımız kalmamış.
Bundan böyle kazanılacak tüm zaferler ruhsuz ve değersizdir.
İnsanları açlıktan ölmeye mahkûm eden ve buna bir de kılıf bulan insanlık dışı bir değerler dünyasında yaşıyoruz.
Öfkelerimizde, stratejilerimizde hedef ve kaygılarımızda Allah rızasını gözetmiyoruz.
Başkasını sorgulayacağımıza kendimize bakalım önce.
Neyi ne zaman kaybettik ve nasıl bulabiliriz.
Asıl sorunumuz bu olmalı.