اِذْهَبْ اَنْتَ وَاَخُوكَ بِاٰيَات۪ي وَلَا تَنِيَا ف۪ي ذِكْر۪يۚ ﴿٤٢﴾ اِذْهَبَٓا اِلٰى فِرْعَوْنَ اِنَّهُ طَغٰىۚ ﴿٤٣﴾ فَقُولَا لَهُ قَوْلاً لَيِّناً لَعَلَّهُ يَتَذَكَّرُ اَوْ يَخْشٰى ﴿٤٤﴾
“Sen ve kardeşin mûcizelerimle gidin; beni anmakta gevşeklik göstermeyin. İkiniz beraber Firavun’a gidin, çünkü o sınırı çok aştı. Yine de ona söyleyeceklerinizi yumuşak bir üslûpla söyleyin, ola ki aklını başına toplar veya içine bir korku düşer.” (Tâhâ Sûresi 42 – 44)
Hem Üstad Bediüzzaman’a hem de Risale-i Nur’un talebelerine sık sık soruluyor;
“Risale-i Nur küfrün karanlığının en kesif olduğu dönemde yazılıyor. Müslümanlar en basit imkanlardan dahi mahrum bırakılmış. Küfür ise gücünün zirvesinde… Bütün olanaklarla Risale-i Nur’a saldırılar yapılıyor. İntişar etmesin diye bilimsel tekniklerin hepsi alanlarında en tecrübeli uzmanların eliyle seferber edilmiş. Siyasi, askeri, akademik güç Risale-i Nur’u engellemek için var güçleri ile çalışıyorlar. Diğer İslam Külliyatının -ki müellifleri deha olan selef-i salihinimiz olduğu halde- yayılmasının engellenmesinde bir derece başarı sağlandığı halde, neden Risale-i Nur’a karşı aciz kalıyorlar?”
Üstad Bediüzzaman “İman ve Küfür Muvazeneleri” adlı kitabının önsözünde bu soruya mealen cevap verirken içinde bulunulan zamanla ilgili şu iki tespitte bulunup Risale-i Nur’un bu menfilikleri nasıl müspet bir hale çevirdiğini izah ediyor.
“Kur’an-ı Kerim’in sırrı i’cazıyla hakiki bir tefsiri olan Risale-i Nur bu dünyada dahi dalalette bir manevi cehennemin imanda ise manevi bir cennetin olduğunu, günah ve sefahatte büyük cehennemvari elemlerin; hasenatta, şeriatın hakikatlerinde ise manevi cennet lezzetlerinin bulunduğunu ispat ediyor. Dalalet ehlinin ardına vermiş aklı başında olan insanları o dalaletlerinden kurtarıyor. Çünkü bu zamanda iki dehşetli hal hakimdir;
Birincisi: Âkıbeti görmeyen, bir dirhem hazır lezzeti ileride bir batman lezzetlere tercih eden hissiyat-ı insaniye akıl ve fikre galebe etmiş.
Peşinatçı يَسْتَحِبُّونَ الْحَيٰوةَ الدُّنْيَا ve aceleci وَكَانَ الْإِنسَانُ عَجُولًا olan insanın duygularının akıl ve fikre galebe çaldığı hatta akıl ve fikri kontrol altına aldığı bir zamanda cehennem tehdidinin ve cennet va’dinin insanları etkileme oranı düşüktür. Bu insanlara küfrün içine gizlenmiş manevi cehennem ile imanın bağrında saklanan manevi cenneti göstermekle küfürden ürkütüp imanı sevdirebilirsin. Yine aynı şekilde haram ve sefaheti kuşatmış cehennemvari elemler ile hasenat ve şeriatın hakikatlerinin barındırdıkları manevi cennet lezzetlerini gördükleri zaman sefahatten ürküp iman ve hasenatın arkasına düşerler.
Bu asırda ikinci dehşetli hal: Eski zamanda küfr-ü mutlak ve fenden gelen dalâletler ve küfr-ü inadîden gelen temerrüd, bu zamana nisbeten pek azdı. Onun için, eski İslâm muhakkiklerinin dersleri, hüccetleri o zamanlarda tam kâfi olurdu, küfr-ü meşkûkü çabuk izale ederlerdi.”
İkinci dehşetli hal için özetle Bediüzzaman diyor ki; “Eski küfür cahiliyet küfrü idi. O yüzden İslam literatürüne cahiliye devri olarak geçmiş. Bilinçli ve muannid kafir yok denecek kadar az idi. Ama şu andaki küfür ideolojik ve bilinçli… İslam hakikatlerine bilimsel verilerle saldırıyorlar, duygularla beraber aklı da çelmeye çalışıyorlar ve büyük oranda başarı da elde etmişler. Bu küfre karşı bilimsel verilerle karşı koymak gerekir ki saldırılar akim kalsın. İşte Risale-i Nur bu yöntemi kullanıyor ve o yüzden bu büyük başarılarının önüne geçemiyorlar.”
Özetle verdiğimiz Üstad Bediüzzaman hazretlerinin bu açıklamasına bir dipnot mahiyetinde kısa bir ekleme yaparsak herhalde haddimizi aşmış olmayız.
Risale-i Nur’un yazıldığı dönemde küfür bilimsel verilerle İslam hakikatlerine saldırıyordu. Aklı bu şekilde iğfal etmeye çalışıyordu. Bugün ise küfür bilimsel yöntemler kullanıyor. İnsan ruhu hakkında çok az bilgi insana verilmiştir. Ama bu az bilgiye vakıf olma ve bu bilgiyi iyi kullanmanın kitleleri yönlendirme ve bireysel olarak insan düşünce ve inanç dünyasını şekillendirme konusunda muazzam başarılar elde etme gerçeği önümüzde duruyor.
Bugünün sosyoloji, psikoloji ve bunların beslediği iletişim bilimi Üstad Bediüzzaman’ın yaşadığı döneme kıyasla az bir mesafe kat etmiş değildir. Dijital zekanın süper bilgisayarlar aracılığıyla, sosyal iletişim araçlarından derlediği bilgileri yorumlama gibi bir olanağa sahip bugünün dünyası insanın istek ve tercihleri, düşünce ve inanç değerleri üzerinde etkinliği tartışmasızdır. Bu hakikatler göz önünde bulundurularak davetçi davet dilini ve insanları etkileme yöntemlerini kullanmak durumundadır. Bu yöntemlerin en mükemmeli de genel hatlarıyla Kur’an’da ve daha detaylı halleri de Hz. Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellemin hadislerinde mevcuttur. Bizim en büyük eksiğimiz sahip olduğumuz hazinenin farkında olmamak, farkında olanların ise bu hazineyi kullanma becerisinden yoksun olması…
Yukarıya aldığımız ayet-i kerimeler Kur’an-ı Kerim’in bu yönde bize verdiği derslerden yalnızca bir tanesini veriyor. Aynı zamanda bu ayet-i kerimeler kullanılacak dilin, tonunun ve seçilecek kelimelerin davette ne denli önemli olduğunu deklare ediyor.
فَقُولَا لَهُ قَوْلاً لَيِّناً لَعَلَّهُ يَتَذَكَّرُ اَوْ يَخْشٰى
“Yine de ona söyleyeceklerinizi yumuşak bir üslûpla söyleyin, ola ki aklını başına toplar veya içine bir korku düşer.”
قَوْلاً لَيِّناً (Yumuşak söz)le ilgili olarak Üstad Seyyid Kutub; “Çünkü yumuşak söz, karşı tarafı kızdırmaz; onun günahla, kötülükle gururlanma damarını kabartmaz. Azgın zorbaların başını döndüren kof bencillik kompleksini depreştirmez. Tersine kalbi uyarır. Uyanan kalp ise öğüt alır, azgınlığın sonundan korkmaya başlar…” açıklamalarında bulunmuş.
Hem yumuşak söz yumuşak huyluluğun bir eseridir. Yumuşak huy ve muamele hakkında Allahu Teala;
فَبِمَا رَحْمَةٍ مِنَ اللّٰهِ لِنْتَ لَهُمْۚ وَلَوْ كُنْتَ فَظًّا غَل۪يظَ الْقَلْبِ لَانْفَضُّوا مِنْ حَوْلِكَۖ
“Sen onlara sırf Allah’ın lutfu sayesinde yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı kalpli olsaydın, hiç şüphesiz etrafından dağılır giderlerdi. (Âl-i İmrân Sûresi 159)” Diye buyuruyor. Görüldüğü gibi yumuşak söz ve davranışlar insanların hak davanın etrafında toplanmalarını sağladığı gibi dağılıp gitmelerini engelleyen bir etkendir de… Sert ve haşin söz ve davranışlar ise itici olduğu gibi büyük zahmetlerle uzun zaman diliminde dava etrafında toplayabildiğin insanların bir anda dağılıp gitmelerine neden olan bir etkendir.
Konumuzun başına aldığımız ayet-i kerimenin dikkat çektiği hususlarla ilgili müfessirlerin yaptığı izahatlardan bazılarına değinerek konumuzu noktalayalım.
وَلَا تَنِيَا ف۪ي ذِكْر۪يۚ (beni anmakta gevşeklik göstermeyin) ibaresi hakkında Muhammed Hüseyin Fadlallah; “Bu davetçiyi asıl amacını -ki Allah’ın rızasına nail olmaktır- unutma illetinden koruyan en büyük ilkedir. Allah, davetçileri bu hususta daha işin başında uyarıyor. Zira davet mekanizması öyle gark edici bir unsurdur ki davetçiye asıl amacını bazen unutturabiliyor. Ve tek derdi insanları ikna etme halet-i ruhiyenin içine sokabiliyor. Bunun yanında bir de insanın müptela olduğu daha bir çok unsur asıl amacına odaklanmaktan onu alıkoyabiliyor. İşte tüm bu menfilikleri bertaraf edecek yegane unsur Allah’ın zikrinden gafil olmamaktır.”
Bununla beraber şu hususa değinmeden geçmemek gerek. Küfür cephesi hakka engel olma konusunda ne kadar mesafe kat ederse etsin tek kanatlı olmaktan kurtulamaz. Muhatabının psikolojisini etkisi altına küfür tarafının bütün bilimsel yöntemleri zahiri olmanın ötesine geçemez. Ama davetçilerin Allah’ın zikri sayesinde sahip oldukları ihlas, doğruluk, bütün dünyevi bağlardan azadelik onlara bilimsel yöntemlerin yanında bir ruhi/manevi bir kanat daha kazandırıyor.
Üstad Seyyid Kutub لَعَلَّهُ يَتَذَكَّرُ اَوْ يَخْشٰى (ola ki aklını başına toplar veya içine bir korku düşer) ibaresi hakkında şu ince nükteye temas ediyor;
“Kardeşinle Firavun’a gidiniz. Giderken doğru yola dönmez önyargısına kapılarak umutsuzluğa kapılmayınız. Öğütlerinizi dinleyebilir, kötülüklerinden korkup vazgeçebilir iyimserliği içinde olunuz. Çünkü eğer bir çağrı görevlisi, çağrısının etkisi ile karşısındaki kimsenin doğru yola gelebileceğini ummazsa, coşku içinde çağrı görevini yapamaz, karşı tarafın ayak diremeleri ve inkârcılığı ile yüzyüze gelince tüm gücü ile davasını savunmayı sürdüremez.
Hiç kuşkusuz yüce Allah, Firavun’un başına neler geleceğini, sonunun nasıl olacağını biliyordu. Fakat her işte olduğu gibi, çağrı görevinde de sebeplere yapışmak gereklidir.”
Allah Teala’nın Resul-i ekreme kazandırdığı davet dili ve yöntemine doğru yol kat eden davetçilerden kılması duasıyla Allah’a emanet olunuz.
Mehmet Zeki Ergin