Aziz Peygamber (sav), en zor zamanlarda ashabına fetih müjdeleri veriyordu. Malum, Habbab b. Eret (ra) ateş ile dağlandığı zaman, San’a ile Hadra Mevt denilen iki mekân arasındaki geniş bir coğrafyanın fethinden bahsediyordu. Eğer Hz. Habbab (ra), karşısındaki kişinin bir Peygamber olduğunu bilmeden konuşsaydı, normalde şöyle demesi gerekirdi: “Ey Muhammed, şu Mekke’nin içindeki bir avuç insan ile mi buraları fethedeceğiz? Üstelik her gün çeşitli işkencelerden geçiriliyoruz. Çoğumuz kölelerden, mahrumlardan, mustazaflardan oluşan küçücük bir grubuz. Daha ben, bu gün ateş ile dağlandım da imdadıma gelecek hiç kimse yoktu. Şimdi bütün bunlar göz önünde iken, kalkıp San’a’dan -ki Yemen’in başkentidir- Hadra Mevt’e kadar bütün bu coğrafyanın fethinden bahsediyorsun.”
Hakeza, Hicrette Hz. Peygamber (sav), İran’ın fethinden bahsediyordu. O (sav), Sıddik (ra) ile birlikte yol alırken, kendilerini tam teçhizat takip eden Süreka (ra)’ya yakalanmama çabası içindeydiler. İşte tam da bu esnada, İran’ın fethinden ve Kisra’nın bileziklerinin ganimet olarak Süreka (ra)’ya giydirilmesinden bahsedişinin hikmetini normal bir kafa ile algılayamayız. Eğer Hz. Ebubekir (ra), herhangi biri ile yolculuk yaptığı hissi ile konuşsaydı, şöyle demesi gerekecekti: “Ey Muhammed, gördüğün üzere memleketimizde barınamadık. Şu an bir başka memlekete gidiyoruz. Üstelik her tarafta bizi arıyorlar. Bizleri yakalayana yüz deve verecekler. Malımız, mülkümüz geride kaldı. Arkadaşlarımızdan bazılarının aileleri Mekke’de. Gideceğimiz yer olan, Yesrip halkının hepsi Müslüman değil. Orada tutunup tutunmayacağımız daha tam belli değilken, kalkıp bir dünya devi olan İran’ın fethinden bahsetmeniz ve bu devletin başkanı olan Kisra’nın bileziklerini Süreka’ya teklif etmeniz biraz (haşa) abes ile iştigal olmuyor mu?”
Ya Hendek günü Yemen’in, İran’ın ve Bizans’ın fethinden söz etmesini nasıl anlayacağız? Malumunuz, Medine’ye düşmanın giriş yapacağı her yere hendek kazılıyordu. Sahabeler –çok özür diliyorum- ama sıra ile tuvalete gidiyorlardı. Resulullah (sav) açlıktan karnına taş bağlamıştı. Cabir b. Abdullah, acaba kimseye haber etmeden nasıl Resulullah’ı doyurabilirim diye kara kara düşünüyordu. Çünkü evde çok az yiyecek vardı. Karşıdan gelen düşman on bin kişiden oluşan tam teşekküllü bir ordu idi. Hendeğin beri tarafında ise üç bin kişi vardı. Bu şartlarda, kendi zamanlarının süper güçleri olan İran ile Bizans ve yine önemli başkentlerden biri olan San’a’nın fethinden söz etmek, en hafif tabirle hayalci olmaktan başka bir şey olamaz. Münafıklar bu fetih müjdeleri ile için için dalga geçiyorlardı: “Şunlara bakın, sırayla tuvalete gidiyorlar da, Muhammed onlara fetihlerden bahsediyor.”diye.
İsterseniz yine Mekke günlerine dönelim ve şöyle bir hayal edelim. Düşünün ki Resulullah (sav) ile birlikte Ebu Talip mahallesinde ambargo altındasınız. Son derece zor şartlarda, karnınızı nasıl doyuracağınızın derdini yaşıyorsunuz. Kimse size yiyecek vermiyor ve parasıyla da olsa satmıyor. Ambargoyu Hz. Hadice (ra)’nın akrabaları delmeye çalışıyor. Durumu biraz iyi olan sahabeler mal varlıklarını ambargoyu etkisiz hale getirmek için harcıyorlar. Fakata sahabeler o hale geliyor ki, yerdeki deri parçalarını ıslatıp yemek durumunda kalıyorlar. Örneğin yerdeki bir deri parçasına ayağı takılan sahabeden biri, bu deri parçasını evine götürüp, kaynattıktan sonra çoluk çocuğunun karnını bununla doyuruyor. Ağaç yapraklarını veya köklerini bulup bir şekilde yemeye çalışıyorlar.
Bütün bu şartları yaşayanlardan biri gelip size: “Bak kardeşim, bir gün gelecek bizler Medine’den on bin kişilik bir ordu ile geleceğiz ve Mekke’yi baştanbaşa fethedeceğiz. İslam orduları Sasani İmparatorluğunu, Kadisiyye ve Nihavend savaşları sonucu ele geçirecekler. Sonra bizim ordularımız Şam topraklarına girecekler. Yermuk savaşını kazanıp Şam bölgesini fethedeceğiz. Endülüs’ü de Tarık b. Ziyad komutasında İslam’ın sınırlarına dâhil edeceğiz. Bizans’ın kalbine dalıp, İstanbul’u ele geçireceğiz.” deseydi, herhalde siz onun bu konuşmalarını dinlerken, bıyık altından hafif gülecektiniz.
Mümkün görünmeyenleri imkân dâhiline koyan cehd ve gayrettir. Bu gayretkeşler her daim muzafferdir. Hz. Peygamber (sav) yukarıda saydığım zaferlerin çoğunu görmedi. Mus’ab b. Umeyr (ra) Mekke’nin fethini bile görmedi.
Şimdi Mus’ab b. Umeyr’e Uhud mağlubu gözüyle bakılabilir mi?