Nasıl tarif edilir ki…
Nasıl hayal edilir ki…
Neyi hayal edeyim ki…
Neyi hayal etsem o ya yoktur ya da
yok olmaya yüz tutmuştur.
Anamdan başlasam mı bu bayram!
Anam yok artık…
Dişi bir aslan gibi zalimlerin yakasından
tutup “oğlumu size yedirmem”
demişti çakallara. Yüreği diriliğini hiç
yitirmemişti de umut ve sevgi taşırken
bana kavuşma yollarında yıpratmıştı
bedenini.
Ya babam?
Ah keşke yadıma düşmeseydi babam!
Ölümle pençeleşiyor… yanı başında
olmalı değil miydim? Sakallarından
okşamam gerekmez miydi? Dilinden
tane tane dökülen son incilerini boynuma
gerdan yapmalı değil miydim?
Kapı kapı adalet arayan babam… çalmadık
kapı, dokunmadık vicdan, haykırmadık
makam bırakmadı babam. Yakub'a
özentisinden midir bilmem ama imtihanı
o oranda ağırdır babamın.
Köyümüzü mü düşlesem bu bayram…!
Hani ya yok ki bir tek topraktan
eyvan.
Şehirler taşınmış köyümüze vurdum
duymaz yalnızlıklarıyla beraber. “Ne
köy ne kasaba” olamamışlar çelişkinin…
Selam da yok… Sıla-ı rahim de…
Muhtarlar elleri titreye titreye “ürkek”
dilekçeler yazmıyorlarmış artık. Bir levhaya
yazdırtıyorlarmış torunlarına en
muhkem metinleri. Ve bir “tık” la varıyormuş
“huzura”. Çare mi? Belki başka
bahara. Gelmezmiş sadra şifa bir cevap
“huzur-u âlâ”dan. Gidişi hemen, gelişi
“Ano Yemen”.
Tamam bildim! Bebeğim! Kuzum! Süt
kokulu, cennet gülüşlü ciğerparem. İyisi
mi ona uzansın hayallerim.
Ama yok ki o nazenin artık. Geçen
beni görmeye gelmişti. Annesini bıraktığım
yaştaydı. Hiç koklaşmadan büyümüştü.
O yüzden mahcup ve çekingendi.
Örememiştik sevgimizi tenlerimizin
temasıyla. Kalkmamıştı aramızdaki
mesafe. Ellerinden tutamamıştım.
Büyütememiştim. Baba olamamıştım.
Ben de eksik ve mahcuptum.
Ya annesi! Yaşamadan yaşlanmıştı. Bu,
kederini saklamaya çalıştığı kaçıncı bayramdı
yüzüne vuran. Kaç “mes'ud” poz
verdi bana bilmem. Ama her biri yüzüne
hazan yeli olmuş besbelli.
Ben bu bayram neyi hayal etsem o
yok oluyor bir an.
Çare? Sadık dostlar. Hani beraber
kaçmıştık ya “kolluktan”. O yeni ceketimi
giyerdi. Ben ise kundurasını zula ederdim.
Duydum ki Ahmet hatırı sayılır bir
tüccar olmuş. Zenginliği oranında hatırı
da varmış. Bir özgüven patlaması yaşıyormuş.
Az bilmişliğinden mütevellid
suskunluğu, yerini “çok bilmişliğe” bırakmış.
Neyse ki sadık dostum Sadık var. Bir
ham hayal olsun. Bir lahzalık kurtuluş
devşireyim bu kuşanmışlıktan.
Güler misin! Ağlar m ısın!
Çok sadık dostum şartsız sadakatinin
bedelini “yukarılara” tırmanmakla almış.
Ağzı da iyi laf yaparmış. Artık erişilmez
bir yerdeymiş. Aşağıdan bizler biblo gibi
görünürmüşüz. Sesimiz de bu mesafeyi
kat etmeye yetmiyormuş. Duyuramadık
sesimizi.
Benden sonra buralara bir kahraman
düştü. Sonra Saray'lara adil bir hükümran
oldu Yusuf misali. Yeniden ümit devşirdik
makberlere. Uzak diyarlardan her bir
mazlumun imdadına yetişti de bir beni
bilmedi, bir beni duymadı, bir beni anlamadı.
Gücü kudreti dünyaya yeter. Ruy-i
zeminin her mazlumuna yetişir de yanı
başındaki bir beni görmezden gelir.
Bir zalim hükümdardan bir adil
hükümdara benim için bir şey değişmedi.
Her bir kervana sordum soruşturdum
da firakı bu kadar uzun olana rastlamadım.
Bilirim bu göktendir.
Bilirim bu yere hükmedenin sabrımı
imtihanındandır.
Bilirim artık gelsem de tat vermez
bilirim.
Hiçbir şeyi yerinde ve tadında bulamayacağımı
bilirim.
Belki de üzülürüm.
Bilir misin ben buradayım.