Biz yolculuk yapıyorduk. Dünya yolculuğumuz vardır. Fakat bunun farkında değildik. İnsan seli akşama kadar yoğun çalışma hayatında hiçbir şeyi fark etmiyordu. Sadece bakıyordu ama görmüyordu. Zaman o kadar hızlı akıp gidiyordu ki kendimize zaman ayırmadığımızdan dolayı gereğince Allah’a kul olamıyorduk. Yıllar, aylar, günler, saatler geçiyordu. Fakat biz onu tutamıyorduk. Bizi beklemeden yürüyordu, ilerliyordu hep ileriye doğru gidiyordu. Ne acıydı ki; biz geride kalıyorduk. Zaman hep bizi arkasında bırakıp gidiyordu.
“Gençlik gecesinin uykusundan ihtiyarlık sabahıyla uyandım. Bir de baktım ki gece ihtiyarlamış, mevsim ihtiyarlamış” (Said-i Nursi) “Zaman bir tablodur düşer duvarlardan”
Evet işte bu kadardır zaman…
Affetmez, düştü mü bir daha tutamazsın, ardından kırgınlıklar, pişmanlıklar ahlar vahlar…
Zaman acımaz bize, ruhsuzdur, biz onu kullanarak ona ruh veririz, ama…
Ama şunu bilmeliyiz ki, geçen her saniye bizim için ölmüştür, gelecek her dakika ise yenidir, diridir.
Biz ömrümüz boyunca zamanı öldürmeye değil, zamanı kullanmaya çalışmalıyız. Dün bugün gibi değildi. Yarın da bugün gibi olmayacaktır.
Dolayısıyla bizim bu esnadaki işlevselliğimiz, rolümüz daha ön planda olmak durumundadır. Zira zamanı, dünü, bugünü, yarını birbirine bağlayacak yahut koparacak mekanizma, bizim oynadığımız rol ve nimeti kullanış metodumuzda gizlidir.
Zaman o kadar önemliydi ki; yüce Rabbimiz Kur’an-ı Kerim’de onun önemini, ehemmiyetini vurgulaya, vurgulaya zaman üzerine and içiyordu, yemin içiyordu.
Ne diyordu Rabbimiz: “Zamana Andolsun ki; insanlar hüsran içindeler. Fakat şunlar müstesna: Ancak İman edenler, Salih amel işleyenler, birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye edenler müstesna.”
Evet öyle bildiriyordu Asr suresini bizlere.
Peki ne anlama geliyordu İman?
“İman, her türlü hayır dalının dal budak saldığı, meyve verdiği büyük hayatın köküydü.”
İman olmadan hayat kökü kurumuş bir ağaç gibidir. Kısa zamanda kuruyup yok olur. İman olmadan hayatta elde edilen neticeler şeytanidir. Onun devamı ve sürekliliği mümkün olmaz.
Bunun için zaten Kur’an İman temeline dayanmayan, İmana dayanmayan bütün hareketleri yok sayar.
Nitekim İbrahim suresinde şöyle buyruluyor.
“Rablerine küfredenlerin hali fırtınalı bir günde rüzgarın şiddetle savurduğu küle benzer. Yaptıklarından hiçbir şey elde edemezler. İşte bu sapıklıktır. (İbrahim / 18)
Amel-i Salih ise İmanın semeresidir. Bir İman vicdanda yer eder etmez hemen kendi varlığını insanın dış dünyasında salih ameller şeklinde ortaya çıkarır.
İman olduğu zaman, amelle harekete geçer. Eğer o amel harekete geçmezse İmanın hiçbir anlamı olmaz. Yani İman – Amel ilişkisi birbiriyle bağlantılıdır.
Bir birine hakkı tavsiye bir zarurettir. Çünkü hakka sarılmak zordur Hakkı engelleyen pek çok engeller vardır. Nefsin arzuları, menfaatler, toplumun düşünceleri, azgınların zulmü, karanlık düşünceden ve zalimlerin adaletsizliği bunlar arasındadır. Hakkı tavsiye etmek Müslüman özelliklerindendir.
Sabrı tavsiye de keza zaruridir. İman ve Amel-i Salih’i gerçekleştirmek hak ve adaletin bekçiliğini yapmak, ferdin ve toplumun karşı karşıya bulunduğu en zor şeylerden birisidir.
Yüce Allah, en son olarak sabrı bizlere öneriyor.
Başkalarıyla cihat için sabır, eziyet ve meşakkatlere katlanmak için sabır, batılın şımarıklığına ve kötünün şerrine karşı sabır.
İşte beşeriyetin “Asr Suresin’de” esasları konulan anayasanın gölgesi altında yaşadığı, İman ve Salih amele dayalı birbirine hakkı ve sabrı tavsiye eden İmanlılar topluluğunun taşıdığı İman sancağının altında geçireceği bir zamana ihtiyacımız var.
İşte Rabbimizin zamanımızı nasıl geçirmemiz gerektiğinin reçetesi:
1-) Gerçek manada saf, katıksız bir İman.
2-) Allah’ın rızasına uygun bir Amel-i Salih.
3-) Bir birimize hakkı ve sabrı tavsiye etmek.
Ancak bu şekilde hüsrana uğramayanlardan oluruz. Allah, Asr suresindeki esasları kendi hayatına uygulayanlardan ve uygulatanlardan eylesin.
Selam ve dua ile
Sümeyye Kanat / doğruhaber