Dünyada yaşanan iç savaş, açlık ve büyük göçlerin tamamı sömürülen ve ezilen topraklarda, hassaten İslam coğrafyasında yaşanmakta. Doğal olarak bu dramların kaynağı olarak da İslam ve Müslümanlar gösterilmektedir.
Tabi ki Aziz İslam'ın insanlığın felahı dışında bir çerçevesi yoktur. Öyle ise sorun Müslüman olduklarını iddia eden halklar ve yönetimlerinden kaynaklanmaktadır.
İslam coğrafyalarında halkların bir başına yönetimleri değiştirme kudretine sahip olmadıkları da (günümüz devletlerin çok gelişmiş silahlara ve güçlü ordulara sahip olması ve diğer devletlerle çıkar ilişkileri bağlamında) aşikârdır. Dolayısıyla bu büyük dram bizleri yöneten rejim ve rejim sahiplerinden kaynaklanmaktadır.
Tahrif ve dejenerasyonuyla birlikte Aziz İslam'ın hâkim olduğu son deminde bile en azından hükmettiği 20 milyon kilometrekarelik coğrafyada sükûnetin ve sühuletin önemli oranda hâkim olduğu bilinmekte. Öyle ise güçlü ve muktedir olduğu bir dönemde bile sükûnet, sühulet ve önemli oranda adalet sağlayan Aziz İslam nasıl olur da mağdur ve iktidardan devrilmiş bir dönemde zalim olsun.
Esasen bu Müslüman coğrafya Hıristiyan da olsaydı, Budist veya Yahudi de olsaydı ya da dinsiz olmuş olsaydı yine bu günün başkaldırılarını, isyanlarını, savaşlarını yaşardı. Zira insan fıtraten haksızlığa karşı gelme üzerine yaratılmıştır. Yine insan koruma kalkanı geliştirmediği sürece imkânı olduğunda zalim olma temayülü ile de vardır.
Peki, bu günün çatışmalarına sebep kılınan din, mezhep, ırk ve coğrafi sınırlar son yüz yılda üretilmiş farklılıklar mıdır? Elbette hayır. Öyle ise iki yüz yıl önce coğrafyalarımızın bir çok yerinde insanların aklına bu farklılıkları konuşmak bile gelmiyorken (lokal hadiseler hariç) mağlup olduğumuz bu yüz yılda neden bu ayrışma alanları üzerinden çatışma ve vuruşma tavan yaptı.
Sebep basit. Hâkim olan güçler hükmettiklerinin, dini, mezhebi, ırki, coğrafi ve ekonomik alanlarını güçleri oranında ya daralttılar ya da yok saydılar. Hal böyleyken “insan” fıtratı gereği kıyam etti. Ancak sorun kıyam eden toplulukların yanlış yol, yöntem ve rehberlerle yol almasıydı.
Doğal olarak bölük pörçük olmuş, tarihinden ve inancından koparılan, onun bunun eline maşa olan bu halklar bir biriyle vuruştukça düşmanlaştı, düşmanlaştıkça vuruştu. Bu birbirini besleyen düşünce-eylem pratiği büyüdükçe büyüyüp içinden çıkılmaz bir hal aldı. Dedeleri aynı cephede düşmanla savaşan torunlar birbirini vurmaya başladı.
Bu yangın başta Irak, Suriye, Yemen, Mısır, Libya, Tunus, Afganistan, Pakistan, Lübnan, Filistin ve Türkiye olmak üzere coğrafyayı bir baştan diğer başa sarmıştır. Halkın zenginliklerini batıya akıtarak ayakta kalmaya çalışan Körfez Krallıkları'nı da er geç bu akıbet beklemektedir. Tabi hal bu olunca herkes kendi derdiyle hemhal olmak zorunda kalıyor. Kendi derdine derman bulmadan başkasına derman olmak nafile…
Tabi ki bizi ilgilendiren en büyük mesele de kendi iç meselemizdir. Osmanlının ismini doğru tanımladığı Kürdistan coğrafyamızda da maalesef bu manzara son yüzyıldır değişmedi. Zalimler zulmetti biz halklar ceremesini çektik.
Düşünüyorum da; bu kadar “habis” niyeti ve pratiği olan bir örgütün Kürdistan'da bu denli bir taban bulması için yönetenlerin çok ebleh veya hain olması lazım.
Seçimler, süreçler, darbeler, tanklar, şubatlar, gelip geçiyor ama bir şey değişmiyor. Oyalama, bir parmak bal çalma, korkutma veya tehdit dışında köklü çözüme dair bir gayret görünmüyor ufukta. İşi “otorite” tarafından oldukça kolaylaştırılmış “habis” bir örgüte kanıp silahlanmış ve son bir yılda öldürülmüş on bir bin gencin ölümünde; dağa gidiş yollarını hak üzere kapatmayan muktedirlerin de bu hakkı hak bilip sahiplenmeyen mütedeyyinlerin de, sabah akşam “bir fikri geldiği halde” bu mesele söz konusu olduğunda “efkar dağıtan” mütefekkirlerin de, kitabın en orta yerinde muhkem şekilde yer aldığı halde bu “hak” paragrafını atlayan ulemanın da vebali büyüktür.
Adı ne kadar büyük olursa olsun, sonuçları ne kadar ürkütücü olursa olsun her türlü kardeşlik modeli bu günkü ölümlerden daha birleştirici olacaktır.