O halde beldelerine bir derviş kadar yoksul ve çaresiz düştüğümüz dünyadaki bu fâkirliğimiz bunlara değil, bizeydi. Bizim kendimizeydi. Nameşru kulvarlarda ve ihtiras kokulu günlerde ucuza harcadığımız ve hâlâ müsrifçe savurduğumuz zamanaydı. Ateşten kaçarcasına evlerimize konuk etmekten kaçındığımız irfana, ahlaka ve takvaya bir de teheccüdlerini gözyaşlarımızla ıslattığımız bakır çehreli gecelereydi. İhmal ettiğimiz mushafa, sonra ihanetlerimizle aldattığımız fecr-i sadıklara, seher vakitlerinden sıcacık yataklarımıza çaldığımız dualara, boncuk boncuk savurduğumuz tesbihlere ve en mühimi de “onca cürmümüzle sana geldik ey Allah!” diye yakarmamız vacipken ezanları sağırdanlığımıza kapatıp yüzümüz kızarmadan kaçırdığımız sabah namazlarınaydı...
Sonra mesela ölülerimize niçin ağladığımıza, doğan yavrulara ise niçin güldüğümüzü düşünemediğimize; musalla taşına vurduğumuz meyyitlerin neden bir daha geri dönmeyişlerine cevap bulamadığımıza ve en mühimi, her şeyin düğümünü elinde bulunduran, ölüden diriyi diriden ölüyü çıkaran, dışkıyla kan arasında bembeyaz bir süt gönderen, bir şeyden çok şeyi çok şeyden bir şeyi yapan Rabbimiz Allah’a gereği gibi saygı gösteremediğimize ve onun habibi Muhammed ile Muhammed’e dost Müminlerle adamakıllı bir bağ kuramadığımıza ve en nihayet hanif olan fıtrata dönemediğimizeydi fakirliğimiz...
Şimdi güneşin ve nehirlerin azad azad çala adım yüzdüğü şu “eskilerin üzerine masal dizdikleri” ülkede, enva-ı semereleriyle “dışımızdakilere” sepetlerle yemiş bitiren münbit bağların rağmına ben, mevsimine yalınlayarak çilenin ad olduğu zindanımdan ve ama ümit dolu kalemimle bunları yazarken işte ey duasına muhtaç olduğum baba! Eğer mektubuma ben habersizken sitemler, serzenişler girmişse bunlardan dolayıdır. Bunlardan dolayı Hüseyin ve Yusuf için “Baba sıcaklığına hasret bir çift göz ararım.” demişim. Bunu duamda Rabbime, mektubumda ise sana ve yetimlere bakmakla yükümlü ümmete bırakmışım. Zira bundan sonra burada size dönecek kadar bir zamanı belki de bulamayacağımı düşünüyorum. Belki de Hüseyn ile Yusuf’u ve zamanın Zeynebi olacağına ümit ektiğim Zehra’mı bir babanın saracağı gibi ve kucaklayacağı gibi kucaklayıp saramayacağım, sevemeyeceğim ve belki de göremeyeceğim. Çünkü baba! Bu aralar yetimliğine ağlayan Hüseyn ve Yusuflarımız, Zehra ve Zeyneplerimiz hızla çoğalmaktadır. Sülhaddinler toprağa düşerken onlar çoğalmakta... Hüseynler, Hasanlar toprağa düşerken onlar çoğalmaktadır...
Yakubi duygularımı senden almışım baba... Onlara ait sözlerimi hoş görmeni ve Yakub’un haceti gibi bir şey saymanı ve kusurumu affetmeni isterim. Doğrusu beni aratmayacağını biliyorum.
...
Nasıl evde durabilirdim ki baba! Irak’ta, Afganistan’da olanlar... Filistin’de, Çeçenya’da ve diğer mazlum beldelerde ve bir de bizim topraklarımızda bizim başımıza gelenlerden sonra nasıl vicdanım rahat durabilirdim ki! Duramazdım baba! Muhammedilerin kundakta iken şarapnel parçalarına ve hardal gazına vuruldukları bir Cenin’i, bir Halepçe’yi, bir Felluce’yi görünce; inkârın gözüne kılçıkmışçasına saplandığı için cilbabın kurşunlandığı bir Tunus’u görünce, lanetlenmiş kavim hoş görmüyor diye bacımın örtüsüne şirke boğulu bir zihniyetin saldırdığı ve ağız dolusu küfürler ettiği kendi öz yurdumu görünce, Bağdat’ı, Kerbela’yı, Kabil’i, o Mü’min beldeyi, bu Mü’min beldeyi görünce duramazdım! Rabbimiz Allah buyurdu ki; “Size ne oluyor ki, Allah yolunda ve mustazaf erkekler, kadınlar ve çocuklar uğrunda savaşmıyorsunuz? Onlar ki; ‘Rabbimiz! Bizi halkı zalim olan bu şehirden çıkar, bize katından bir sahip gönder ve bize katından bir yardımcı gönder’ diyorlardı” (Nisa: 75)
Nasıl durabilirdim ki baba! Namusuma ve izzetime ve bir de ‘Hanif millet’ime dokunan bu musibet karşısında nasıl sessiz durabilirdim ki! Rabbin elçisi dedi ki; “Amelin en faziletlisi zalim idarecinin karşısında hakk sözü söylemektir.” Nasıl durabilirdim ki baba! Rabbimiz Allah buyurdu ki; “Ey iman edenler! Allah ve peygamber, sizi, hayat verecek bir şeye çağırdığı zaman icabet edin!” (Enfal: 24)
Bana göre ve senin bana öğrettiğine göre baba; “muhsinlere” uymak, hikmet ve rahmet dolu sözlerini dinlemek ve Tenzil kanununa göre peşi sıra artlarından yürümek tam bir gerekliliktir. Bunu sen Lokman-ı Hekim gibi küçüklüğüm boyunca hep söylemiştin..
İşte bundan dolayı ellerimizle, sen ve rahmetli dedemle beraber -İbrahim’in İsmail ile kutsal beyti ördükleri gibi- tırnağımız ve dişimizden biriktirerek avuçladığımız birkaç kuruşla, özenerek ördüğümüz, duvarlarını yükselttiğimiz ve iyicene tahkim ettiğimiz ve fakat çoğu tanıdığın, katırların ürkmesi gibi uğramaya ürktükleri şu sabır ve çile zindanıma ceddim ve sizin adınıza bir de çocuklarımızın selameti için girmeyi gönüllü olarak kendim göze aldım. Kendi nafakamız ve çoluk-çocuklarımızın istikbalinden keserek ve bir de kan ve gözyaşımızı satarak adeta “yapın” diye emir buyurduğumuz bu zindanlara girmeyi ve insanların en çok istemedikleri ölümü istemeyi emin ol ki baba, ben istedim. Ama benim yaptığım yeni bir şey değildir. Bizden çok önceleri benzer nedenlerden dolayı Yusuf (as) da “Rabbim!” demişti. “Bana göre zindan, bunların beni davet ettiği şeyden daha hayırlıdır.” (Yusuf: 33)
Pek Muhterem Babacığım!
Komşunun oğlu Latif’e yazdırdığın mektup hâlâ yanımda duruyor. Bana halini anlatırsın. İşlerinin iyi gitmediğinden bahsedersin. Muhtar Emmi’nin otobüs aldığını, Ahmed Usta’nın on katlı bir apartman yaptığını yazarsın. Akrabalardan komşulardan ve dünyaya özenik daha pek çok tanıdıktan bahsedersin... Halbuki ben, namütenahi bir bahçenin ortasına kurulmuş zindanımdan dehlizleri, hücreleri ve buz kadar soğuk demirleri okur, buralardan Firdevs ve Adn yurduna gidecek olan en kârlı yolun hesabını yaparım. Toprağa vurduğum bir umud bitiririm, sularım, yeşertirim ve gül yapar koklarım. Bana güneşi konuşur. Seni ve babaları, yitik çocukları konuşur... Açıkçası baba, ne Ahmed Ustanın haberleri, ne muhtar Emminin arabaları ilgili kılmıyor beni.
.....
Babacığım,
Bir Mü’minin en çok hoşlandığı, en çok ağladığı ve en çok vurgunu olduğu iklimin seher vaktindeyim şimdi. Seherî bir ezanın kesif karanlık dağlarını seğirip beton ve som demirden mamül kapımı çalması an meselesi. Doğu’nun doğurgan vahiy iklimini müjdeleyecek sehab-ı rahmet olan bir hüdhüdü bekliyorum. Umudlarımı kucağıma almış, şu orucun yurdundan ona doğru adım adım, secde secde yürüyorum. Umuda durmuş sadık düşlerimle güneşlere müjde olacak bir fecr-i sadıkı bekliyorum. Tam da şimdi güz’e tutkun bir mevsimin -müjde ki- firak ateşiyle tutuşmuş kalplere hayat verecek bir güneşin, bir nevruzun ve baharın kokusunu alıyorum, ‘bana bunak demeseler eğer’. Bu nedenle duygularım siyer doludur baba! Seccadem ve avuçlarım dua dolu, yakarış dolu ve siz ve mazlumlar ve mustazaflar ve çocuklar dolu...
Ömürden nefes tükettiğim şu mektubumun da sonuna yaklaştım. Anlaşılıyor ki, her şey sonludur baba... İşte ben sona doğru yürüdüğüm bu yerden, yani Yusuf’un dergahından, sabır ve ahlak bir de iman ektiği yerden, kapısına giyotin asılı hücremden, tutsak parmaklarımla yıldızların, hilal, bir de güneşin cevad yüzüne ve senin yıllardır Yakubca göz ağarttığın beyt’e, arkadan yırtılmış gömleğimi ve vuslat kokulu mektubumu yollarken qadim kelam hürmetine olsun baba, ellerinden öperim. Velilerin gözyaşlarıyla süslediği geceler hürmetine, duaların meyveye durduğu anlar hürmetine ve Rabbin kul’undan razı olduğu ameller hürmetine olsun baba, ellerinden tekrar tekrar öperim. Rabbin emirlerine Enbiyanın hürmeti kadar, şüheda ve sülehanın hürmeti kadar bir de selam ve hürmet ederim.
Anneme de selamlarımı söyle baba! Ona, oğlun diyor ki de: Musa’nın annesine düşkün olduğu kadar, İsa’nın Meryem’i sahiplendiği kadar ve İsmail’in Hacer’e tutkunluğu kadar annemi sayar, anar ve ona hürmet ederim. Eğer ömrüm yetişirse ona da yırtılmış gömleğimden yanımda kalan parçasını özenle saracağım bir mektup ve bir de selam yollarım. Ona söyle baba, bana ve arkadaşlarıma dua etsin. Mısır’daki mazlumlara, Filistin’deki mücahidlere, Afganistan’daki mustazaflara ve Çeçenistan’da, Keşmir’de, Lübnan’da, Irak’da ve daha başka beldelerde zulme karşı kahramanca çarpışan Mü’minlere dua etsin. Bir de “Rabbimizin emridir” diyerek her güz gününde sıkıca sarıldıkları örtülerine -gayretsizlerin gözleri önünde- ‘gavurca’ başlarından çekiştirilip uzanan haşin ve hain ellere karşı isyanı ibadet bilen bütün bacılarıma da dua etsin...
Gözlerim avucuma, avucum semaya, alnım secdeye, seccadem ıslağa doyduğu ve sen duamda olduğun bir anda Rabbime dedim ki;
Ey Allah! Ey Ğafur ve Rahim! Ey merhameti gazabına galip Allah! Ey sonsuz kerem ve lütuf sahibi Allah! Ey İbrahim’in Rabbi! Ey Musa ve Harun’un Rabbi! Ey İsa’nın İlahı! Ey Muhammed (as)’in dostu olan Allah! Ey dua yolunu gösteren! Ey Duaya icabet eden Allah! Hiç kimse bilmese de sen biliyorsun ki, biz sana kul olmak istedik. Kimse bilmese de sen biliyorsun ki, Elçin Muhammad (as)’in davetine icabet ettik. Ona arkadaş ve arkadaşlarının arkadaşı olmak, yollarını sürdürmek ve insanlara bunu hakkıyla ulaştırmak için yollara düştük. Bize merhamet et. İşlerimizi kolaylaştır ve imtihanımızda bizi bize bırakma. Amin
Hürmetlerimle
Oğlun