Sünnet-i Seniyye'ye İttiba

Sünnet-i Seniyye'ye İttiba

Hamd alemlerin Rabbi olan Allah’a, salat ve selam efendimiz Muhammed Mustafa’ya olsun.

Hamd alemlerin Rabbi olan Allah’a, salat ve selam efendimiz Muhammed Mustafa’ya olsun.

Dergimizin bu sayısında İhlas Risâlesi’nin üçüncü düsturunu işlemeyi düşünüyorduk. Ancak Peygamber efendimizin doğum yıldönümü münasebetiyle bu bölümde Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin, Resulullah  (ASM) hakkında kaleme aldığı risâlelerinden bazılarını aktarmayı uygun gördük. Özellikle günümüzde en çok muhtaç olduğumuz ve en büyük kurtuluş vesilemiz olan Peygamber Efendimiz (ASM)’in sünnetine uyma konusunu Üstad’ın başlı başına ele aldığı ‘On Birinci Lem’a‘yı anlaşılması zor olabilecek kelimelerinin karşılığını parantez içerisinde yazıp naklederek siz okurlarımıza sunacağız inşaallah.

MİRKÂT-ÜS SÜNNE VE TİRYÂKU MARAZ-IL-BİD’A (Sünnetin Dereceleri ve Bidat Hastalığının İlacı)
“Size kendi içinizden öyle bir peygamber geldi ki, sizin sıkıntıya uğramanız ona pek ağır gelir. O size çok düşkün, mü’minlere çok şefkatli, çok merhametlidir.” (Tevbe: 128)

(Şu âyetin Birinci Makamı, Minhâc-üs Sünnet (Sünnet Yolu); İkinci Makamı, Mirkat-üs Sünnettir (Sünnetin dereceleridir).

“Eğer senden yüz çevirecek olurlarsa de ki: Allah bana yeter. Ondan başka ibadete lâyık hiçbir ilâh yoktur. Ben Ona tevekkül ettim. Yüce Arşın Rabbi de O’dur.” ( Tevbe :129

“De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin.” (Âl-i İmran :31)

(Bu iki Âyet-i azîmenin yüzer nüktesinden “Onbir nüktesi” icmalen (kısaca) beyan edilecek)

BİRİNCİ NÜKTE:
Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman etmiş: “Fesad-ı ümmetim (ümmetimin fesada uğraması) zamanında kim benim sünnetime temessük etse (tutunursa), yüz şehidin ecrini, sevabını kazanabilir.” Evet Sünnet-i Seniyyeye ittiba (tabi olma), mutlaka gâyet kıymetdardır. Hususan bid’aların istilâsı zamanında sünnet-i seniyyeye ittiba etmek daha ziyade kıymetdardır. Hususan fesad-ı ümmet zamanında Sünnet-i Seniyyenin küçük bir âdâbına mürâat (riayet) etmek, ehemmiyetli bir takvâyı ve kuvvetli bir îmanı ihsas ediyor (hissettiriyor). Doğrudan doğruya sünnete ittiba etmek, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ı hatıra getiriyor. O ihtardan o hâtıra, bir huzûr-u İlâhî hâtırasına inkılab eder (dönüşür). Hatta en küçük bir muamelede, hatta yemek, içmek ve yatmak âdâbında Sünnet-i Seniyyeyi mürâat ettiği (sünnete riayet ettiği) dakikada, o âdi (sıradan) muamele ve o fıtrî amel, sevablı bir ibadet ve şer’î bir hareket oluyor. Çünki o âdi hareketiyle Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’a ittibaını (tabi oluşunu) düşünüyor ve şeriatın bir edebi olduğunu tasavvur eder ve şeriat sahibi o olduğu hatırına gelir. Ve ondan şâri-i hakikî (gerçek hüküm koyucu) olan Cenab-ı Hakk’a kalbi müteveccih olur, bir nevi huzur ve ibadet kazanır.

İşte bu sırra binaen Sünnet-i Seniyyeye ittibaı kendine âdet eden, âdâtını (adetlerini) ibadete çevirir, bütün ömrünü semeredar ve sevabdar yapabilir.

İKİNCİ NÜKTE:
İmam-ı Rabbânî Ahmed-i Fârûkî (R.A.) demiş ki: “Ben seyr-i ruhanîde kat­ı merâtib ederken (mertebeleri katederken), tabakat-ı Evliya (evliya tabakaları) içinde en parlak, en haşmetli, en letâfetli, en emniyetli; Sünnet-i Seniyyeye ittibaı, esas-ı tarikat (asıl yol) ittihaz edenleri gördüm. Hatta o tabakanın âmi (düşük derecedeki) Evliyaları, sair tabakatın has velîlerinden daha muhteşem görünüyordu.” Evet müceddid-i elf-i sâni (ikinci bin yılın müceddidi) İmam-ı Rabbanî (R.A.) hak söylüyor. Sünnet-i Seniyyeyi esas tutan, Habibullah’ın zılli (gölgesi) altında makam-ı mahbubiyete (sevilenler makamına) mazhardır.

ÜÇÜNCÜ NÜKTE:
Bu fakir Said, Eski Said’den çıkmaya çalıştığı bir zamanda, rehbersizlikten ve nefs-i emarenin (kötülüğü emreden nefsin) gururundan gâyet müdhiş ve mânevî bir fırtına içinde akıl ve kalbim hakaik (hakikatler) içerisinde yuvarlandılar. Kâh süreyyadan seraya (gökten yere), kâh seradan süreyyaya (yerden göğe) kadar bir sukut (düşüş) ve sûud (yükselme) içerisinde çalkanıyorlardı.

İşte o zaman müşahede ettim ki: Sünneti Seniyyenin mes’eleleri, hatta küçük âdâbları, gemilerde hatt-ı hareketi (rotayı) gösteren kıblenâmeli birer pusula gibi, hadsiz zararlı, zulümatlı (karanlık) yollar içinde birer düğme hükmünde görüyordum. Hem o seyahat-ı ruhiyede (ruhi seyahatte) çok tazyikat (baskılar) altında gâyet ağır yükler yüklenmiş bir vaziyette kendimi gördüğüm zamanda, Sünnet-i Seniyyenin o vaziyete temas eden mes’elelerine ittiba ettikçe (tabi oldukça), benim bütün ağırlıklarımı alıyor gibi bir hiffet (hafiflik) buluyordum. Bir teslimiyetle tereddüdlerden ve vesveselerden, yâni “Acaba böyle hareket hak mıdır, maslahat mıdır?” diye endişelerden kurtuluyordum. Ne vakit elimi çektiysem, bakıyordum: Tazyikat (baskılar) çok. Nereye gittikleri anlaşılmayan çok yollar var. Yük ağır, ben de gâyet âcizim. Nazarım da kısa, yol da zulümatlı. Ne vakit Sünnete yapışsam; yol aydınlaşıyor, selâmetli yol görünüyor, yük hafifleşiyor, tazyikat kalkıyor gibi bir hâlet hissediyordum. İşte o zamanlarımda İmam-ı Rabbanî’nin hükmünü bilmüşahede (bizzat şahit olarak) tasdik ettim.

DÖRDÜNCÜ NÜKTE:
Bir zaman râbıta-i mevtten (ölümü tefekkür ederken) ve ‘ölüm haktır’ kaziyesindeki (hükmündeki) tasdikten ve âlemin zeval ve fenasından (yok oluşundan) gelen bir hâlet-i ruhiyeden (ruhi halden) kendimi acib bir âlemde gördüm. Baktım ki: Ben bir cenazeyim, üç mühim büyük cenazenin başında duruyorum.

Birisi: Benim hayatımla alâkadar ve mazi kabrine giren zîhayat (canlı) mahlûkatın heyet-i mecmûasının (tümünün) cenaze-i mâneviyesi (manen cenazelerinin) başında bir mezar taşı hükmündeyim.

İkincisi: Küre-i Arz (yeryüzü) mezaristanında, nev-i beşerin (insanların) hayatiyle alâkadar envâ-ı zîhayatın (canlıların) hey’et-i mecmûasının mâzi mezarına defnedilen azîm cenazenin başında bulunan, mezar taşı olan bu asrın yüzünde çabuk silinecek bir nokta ve çabuk ölecek bir karıncayım.

Üçüncüsü: Şu kâinatın kıyamet vaktinde ölmesi muhakkak-ul vuku’ (kesinlikle gerçekleşecek) olduğu için, nazarımda vaki (olmuş) hükmüne geçti. O azîm cenazenin sekeratından dehşet ve vefatından beht ü hayret (şaşkınlık ve hayret) içinde kendimi görmekle beraber, istikbalde de muhakkak-ul vuku’ olan vefatım, o zaman vuku buluyor gibi göründü ve ‘eğer yüz çevirirlerse’ ilâhir.. sırriyle: Bütün mevcudat, bütün mahbubat (sevilenler), benim vefatımla bana arkalarını çevirip beni terkettiler, yalnız bıraktılar. Hadsiz bir deniz suretini alan ebed (sonsuzluk) tarafındaki istikbale (geleceğe) ruhum sevkediliyordu. O denize ister istemez atılmak lâzım geliyordu.

İşte o pek acib ve çok hazîn hâlette iken, îman ve Kur’andan gelen bir mededle “Eğer onlar yüz çevirirlerse, de ki: "Bana Allah yeter. O'ndan başka ilah yoktur. Ben O'na tevekkül ettim ve büyük arşın Rabbi O'dur." Âyeti imdadıma yetişti ve gâyet emniyetli ve selâmetli bir gemi hükmüne geçti. Ruh, kemal-i emniyetle ve sürurla (tam bir emniyet ve selamet içerisinde) o Âyetin içine girdi. Evet anladım ki; Âyetin mânâ-yı sarihinden (açık manasından) başka bir mânâ-yı işârîsi (işaret ettiği), beni teselli etti ki, sükûnet buldum ve sekinet verdi. Evet nasılki mânâ-yı sarîhi, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’a der: “Eğer ehl-i dalâlet (sapıklar) arka verip senin Şeriat ve Sünnetinden i’raz edip (yüz cevirip) Kur’anı dinlemeseler, merak etme! Ve de ki: Cenab-ı Hak bana kâfidir. Ona tevekkül ediyorum. Sizin yerlerinize ittiba edecekleri (bana tabi olacakları) yetiştirir. Taht-ı saltanatı (saltanat tahtı) herşeyi muhittir (kuşatmıştır). Ne âsiler, hududundan kaçabilirler ve ne de istimdad edenler (medet umanlar) mededsiz kalırlar!” Öyle de mânâ-yı işârîsiyle der ki: Ey insan ve ey insanın reisi ve mürşidi! Eğer bütün mevcudat seni bırakıp fena yolunda ademe (yokluğa) giderse, eğer zihayatlar (canlılar) senden müfarakat edip (ayrılıp) ölüm yolunda koşarsa, eğer insanlar seni terkedip mezaristana girerse, eğer ehl-i gaflet ve dalâlet seni dinlemeyip zulümata düşerse, merak etme! De ki: Cenab-ı Hak bana kâfidir. Madem o var, herşey var. Ve o halde, o gidenler ademe gitmediler. Onun başka memleketine gidiyorlar. Ve onların bedeline o Arş-ı Azîm sahibi, nihayetsiz cünûd ve askerinden başkalarını gönderir. Ve mezaristana girenler mahvolmadılar, başka âleme gidiyorlar. Onların bedeline başka vazifedarları (görevlileri) gönderir. Ve dalâlete düşenlere bedel, tarîk-ı hakkı (hak yolu) takib edecek muti’ (itaatkar) kullarını gönderebilir. Madem öyledir, o herşeye bedeldir. Bütün eşya, birtek teveccühüne bedel olamaz! der.

İşte şu mânâ-yı işârî vasıtasıyla; bana dehşet veren üç müdhiş cenaze, başka şekil aldılar. Yâni: Hem Hakîm, hem Rahîm, hem Âdil, hem Kadîr bir Zat-ı Zülcelâl’in taht-ı tedbir ve Rubûbiyetinde (idare ve Rabliği altında) ve hikmet ve Rahmeti içinde hikmetnüma (hikmetleri gösteren) bir seyeran (gezinti), ibretnüma (ibretleri gösteren) bir cevelan (dolaşma), vazifedarane (görevli) bir seyahat suretinde bir seyr ü seferdir (akıştır), bir terhis ve tavziftir (vazifelendirmedir) ki, böylece kâinat çalkalanıyor, gidiyor, geliyor!..

BEŞİNCİ NÜKTE:
“De ki, eğer Allah’ı seviyorsanız, bana tabi olunuz ki, Allah da sizi sevsin” Ayet-i azîmesi, ittiba-ı Sünnet (Sünnete tabi olmanın) ne kadar mühim ve lâzım olduğunu pek kat’î bir surette ilân ediyor. Evet şu Âyet-i Kerime, kıyâsât-ı mantıkıyye (mantıki kıyas) içinde, kıyâs-ı istisnâî (istisnai kıyas) kısmının en kuvvetli ve kat’î bir kıyâsıdır. Şöyle ki: Nasıl mantıkça kıyâs-ı istisnâî misâli (istisnai kıyasa örnek) olarak deniliyor: “Eğer güneş çıksa, gündüz olacak.” Müsbet netice için denilir: “Güneş çıktı, öyle ise netice veriyor ki: Şimdi gündüzdür.” Menfî netice için deniliyor: “Gündüz yok, öyle ise netice veriyor ki: Güneş çıkmamış”. Mantıkça, bu müsbet ve menfî iki netice kat’îdirler. Aynen böyle de: Şu Âyet-i Kerime der ki: “Eğer Allah’a muhabbetiniz varsa, Habibullah’a ittiba edilecek. İttiba edilmezse, netice veriyor ki: Allah’a muhabbetiniz yoktur.” Muhabbetullah varsa, netice verir ki: Habibullah’ın Sünnet-i Seniyyesine ittibaı intac eder (netice verir). Evet Cenab-ı Hakk’a îman eden, elbette ona itaat edecek. Ve itaat yolları içinde en makbulü ve en müstâkimi ve en kısası, bilâşübhe (şüphesiz) Habibullah’ın gösterdiği ve takib ettiği yoldur. Evet bu kâinatı bu derece in’âmat (nimetler) ile dolduran Zat-ı Kerim-i Zülcemal, zîşuurlardan (akıl sahiplerinden) o nîmetlere karşı şükür istemesi, zarurî ve bedihîdir (aşikardır). Hem bu kâinatı bu kadar mu’cizat-ı san’atla (sanat mucizeleriyle) tezyin eden (süsleyen) o Zat-ı Hakîm-i Zülcelâl, elbette bilbedahe (apaçık) zîşuurlar içinde en mümtaz birisini kendine muhatab ve tercüman ve ibâdına (kullarına) mübelliğ (tebliğci) ve imam yapacaktır. Hem bu kâinatı hadd ü hesaba gelmez tecelliyat-ı Cemal ve Kemalâtına (Kemal ve Cemal isimlerinin yansımalarına) mazhar eden o Zat-ı Cemil-i Zülkemâl, elbette bilbedahe sevdiği ve izharını istediği Cemal ve Kemal ve Esmâ ve san’atının en câmi ve en mükemmel mikyas (ölçü) ve medârı (vesilesi) olan bir zata, her halde en ekmel bir vaziyet-i ubûdiyeti (en mükemmel kulluk görevini) verecek ve onun vaziyetini sairlerine nümune-i imtisal edip (diğer insanlar için örnek yapıp) herkesi onun ittibaına sevkedecek tâ ki o güzel vaziyeti başkalarında da görünsün.

Elhasıl: Muhabbetullah, Sünnet-i Seniyyenin ittibaını istilzam edip (gerekli kılıp) intac ediyor (netice veriyor). Ne mutlu o kimseye ki, Sünnet-i Seniyyeye ittibaından hissesi ziyade ola. Veyl o kimseye ki, Sünnet-i Seniyyeyi takdir etmeyip, bid’alara giriyor.

ALTINCI NÜKTE:
Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman etmiş: “Her bid’at dalâlettir ve her dalâlet Cehennem ateşindedir.” (Müslim, Cum’a: 43; Ebû Dâvud, Sünnet)

Yâni “Bugün sizin dininizi kemâle erdirdim.” (Mâide: 3 ) sırrı ile: Kavâid-i Şeriat-ı Garra (Şeriatın kaideleri) ve desâtîr-i Sünnet-i Seniyye (Sünnetin düsturları), tamam ve kemalini bulduktan sonra, yeni îcadlarla o düsturları beğenmemek veyahût hâşâ ve kellâ, nâkıs görmek hissini veren bid’aları îcad etmek, dalâlettir, ateştir.

Sünnet-i Seniyyenin meratibi (mertebeleri) var. Bir kısmı vâcibdir, terkedilmez. O kısım, Şeriat-ı Garrâ’da tafsilâtiyle beyan edilmiş. Onlar muhkemattır, hiçbir cihette tebeddül etmez (değişmez). Bir kısmı da, nevâfil (nafile) nev’indendir. Nevâfil kısmı da, iki kısımdır. Bir kısım, ibadete tabî Sünnet-i Seniyye kısımlarıdır. Onlar dahi şeriat kitablarında beyan edilmiş. Onların tağyiri (değiştirilmesi) bid’attır. Diğer kısmı, “âdâb” tabîr ediliyor ki, Siyer-i Seniyye kitablarında zikredilmiş. Onlara muhâlefete, bid’a denilmez. Fakat âdâb-ı Nebevîye bir nevi muhâlefettir ve onların nurundan ve o hakikî edebden istifade etmemektir. Bu kısım ise (örf ve âdât), muamelât-ı fıtriyede (fıtri işlerde, yani; yeme-içme gibi şeylerde) Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın tevatürle malûm olan harekâtına ittiba etmektir. Meselâ: Söylemek âdâbını gösteren ve yemek ve içmek ve yatmak gibi hâlâtın âdâbının düsturlarını beyan eden ve muaşerete taalluk eden (insanlarla ilişkilere yönelik)çok Sünnet-i Seniyyeler var. Bu nevi Sünnetlere “âdâb” tabîr edilir. Fakat o âdâba ittiba eden, âdâtını ibadete çevirir, o âdâbdan mühim bir feyz alır. En küçük bir âdâbın müraatı (riayeti), Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ı tahattur ettiriyor (hatırlatıyor), kalbe bir nur veriyor. Sünnet-i Seniyyenin içinde en mühimmi, İslâmiyet alâmetleri olan ve şeâire de taalluk eden (adaplar ile ilişkili) Sünnetlerdir. Şeâir (adaplar), âdeta hukuk-u umumiye nev’inden cemiyete ait bir ubudiyettir. Birisinin yapmasıyla o cemiyet umumen istifade ettiği gibi, onun terkiyle de umum cemaat mes’ul olur. Bu nevi şeaire riya giremez ve ilân edilir. Nafile nev’inden de olsa, şahsî farzlardan daha ehemmiyetlidir.

YEDİNCİ NÜKTE:
Sünnet-i Seniyye, edebdir. Hiçbir mes’elesi yoktur ki, altında bir nur, bir edeb bulunmasın! Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman etmiş: “Rabbim bana edebi, güzel bir surette ihsan etmiş, edeblendirmiş.”

Evet siyer-i Nebeviyyeye dikkat eden ve Sünnet-i Seniyyeyi bilen, kat’iyyen anlar ki: Edebin envâını (her türünü), Cenab-ı Hak habibinde cem’etmiştir. Onun Sünnet-i Seniyyesini terkeden, edebi terkeder.

“Edepsiz kişi Allah’ın lütfundan mahrum olur.” kaidesine mâsadak olur (doğrulayıcı), hasaretli (zararlı) bir edebsizliğe düşer.

Sual: Her şeyi bilen ve gören ve hiçbir şey ondan gizlenemeyen Allâm-ül-Guyûb’a karşı edeb nasıl olur? Sebeb-i hacâlet (utanç vesilesi) olan hâletler, ondan gizlenemez. Edebin bir nev’i tesettürdür, mûcib-i istikrah hâlâtı setretmektir (kötü hallere sebep olan durumları örtmektir). Allâm-ül -Guyûb’a karşı tesettür (gizlilik) olamaz? Elcevap: Evvelâ: Sâni-i Zülcelâl nasılki kemal-i ehemmiyetle (tam bir önemle) san’atını güzel göstermek istiyor ve müstekreh (pis, kötü) şeyleri perdeler altına alıyor ve nimetlerine, o nimetleri süslendirmek cihetiyle nazar-ı dikkati celbediyor (dikkatli bakışları çekiyorsa). Öyle de: Mahlukatını ve ibâdını sair zîşuurlara (akıl sahiplerine) güzel göstermek istiyor. Çirkin vaziyetlerde görünmeleri, Cemîl ve Müzeyyin ve Lâtif ve Hakîm gibi isimlerine karşı bir nevi isyan ve hilâf-ı edeb (edep dışı) oluyor.

İşte Sünnet-i Seniyyedeki edeb, o Sâni-i Zül-celâl’in Esmâlarının hududları içinde bir mahz-ı edeb (sadece edeb) vaziyetini takınmaktır.

Sâniyen: Nasılki bir tabîb, doktorluk noktasında bir nâmahremin en nâmahrem uzvuna bakar ve zaruret olduğu vakit ona gösterilir. Hilâf-ı edeb (edepsizlik) denilmez. Belki edeb-i Tıb öyle iktiza eder (gerektirir), denilir. Fakat o tabîb, recüliyet ünvaniyle (doktor değil de erkeklik sıfatıyla) yahût vaiz ismiyle yahût hoca sıfatıyla o nâmahremlere bakamaz. Ona gösterilmesini edeb fetva veremez. Ve o cihette ona göstermek, hayâsızlıktır. Öyle de Sâni-i Zülcelâl’in çok Esmâsı var. Herbir ismin ayrı bir cilvesi var. Meselâ: “Gaffar” ismi, günahların vücudunu (varlığını) ve “Settar” ismi, kusuratın bulunmasını iktiza ettikleri gibi; “Cemîl” ismi de, çirkinliği görmek istemez. “Lâtîf, Kerîm, Hakîm, Rahîm” gibi Esmâ-i Cemâliye ve Kemâliye, mevcudatın güzel bir surette ve mümkün vaziyetlerin en iyisinde bulunmalarını iktiza ederler. Ve o Esmâ-i Cemâliye ve Kemâliye ise, melâike ve ruhanî ve cin ve insin nazarında güzelliklerini, mevcudatın güzel vaziyetleriyle ve hüsn-ü edebleriyle (güzel ahlaklarıyla) göstermek isterler. İşte Sünnet-i Seniyyedeki âdâb, bu ulvî âdâbın işaretidir ve düsturlarıdır ve nümûneleridir.

SEKİZİNCİ NÜKTE:
“Eğer yüz çevirirlerse de ki ‘Allah bana yeter” den evvelki olan ‘And olsun size bir resul geldi” ilâ âhir… Âyeti, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın ümmetine karşı kemâl-i şefkat (mükemmel bir şefkat) ve nihayet re’fetini (son derece merhametli) gösterdikten sonra, şu “Eğer yüz çevirirlerse” âyetiyle der ki: “Ey insanlar! Ey müslümanlar! Böyle hadsiz bir şefkatiyle sizi irşad eden ve sizin menfaatiniz için bütün kuvvetini sarfeden ve mânevî yaralarınız için kemâl-i şefkatle getirdiği ahkâm (hükümler) ve sünnet-i Seniyyesiyle tedavi edip merhem vuran şefkatperver (şefkatli) bir zatın bedihî (apaçık) şefkatini inkâr etmek ve göz ile görünen re’fetini (merhametini) ittiham etmek (şüphe altına almak) derecesinde onun sünnetinden ve tebliğ ettiği ahkâmdan yüzlerinizi çevirmek, ne kadar vicdansızlık, ne kadar akılsızlık olduğunu biliniz! Ve ey şefkatli Resul ve ey re’fetli Nebî! Eğer senin bu azîm şefkatini ve büyük re’fetini tanımayıp akılsızlıklarından sana arka verip dinlemeseler, merak etme! Semavat ve Arz’ın cünûdu (orduları) taht-ı emrinde (emri altında) olan, Arş-ı Âzîm-i Muhîtin tahtında (büyük yüce arşın altında) saltanat-ı Rubûbiyeti (Rablik saltanatı) hükmeden Zat-ı Zülcelâl sana kâfidir. Hakikî muti’ taifeleri (itaatkarları), senin etrafına toplattırır, seni onlara dinlettirir, senin ahkâmını onlara kabul ettirir!” Evet Şeriat-ı Muhammediye ve Sünnet-i Ahmediyede hiçbir mes’ele yoktur ki, müteaddid (pek çok) hikmetleri bulunmasın. Bu fakir, bütün kusur ve aczimle beraber bunu iddia ediyorum ve bu dâvânın isbatına da hazırım. Hem şimdiye kadar yazılan yetmiş seksen Risale-i Nuriye, Sünnet-i Ahmediyenin ve Şeriat-ı Muhammediyenin (A.S.M.) mes’eleleri, ne kadar hikmetli ve hakikatlı olduğuna yetmiş seksen şâhid-i sâdık (doğru şahit) hükmüne geçmiştir. Eğer bu mevzua dair iktidar olsa yazılsa, yetmiş değil, belki yedi bin Risale o hikmetleri bitiremeyecek. Hem ben şahsımda bilmüşahede (bizzat) ve zevken, belki bin tecrübatım var ki; mesâil-i Şeriatla (Şeriatın meseleleriyle) Sünnet-i Seniyye düsturları, emrâz-ı ruhaniyede ve akliyede ve kalbiyede (kalbi,ruhi ve akli hastalıklara), hususan emrâz-ı içtimâiyede (toplumsal hastalıklar için) gâyet nâfi’ birer devâdır, bildiğimi ve onların yerini başka felsefî ve hikmetli mes’eleler tutamadığını, bilmüşahede kendim hissettiğimi ve başkalarına da bir derece Risalelerde ihsas ettiğimi (hissettirdiğimi) ilân ediyorum. Bu dâvâmda tereddüd edenler, Risale-i Nur eczalarına müracaat edip baksınlar. İşte böyle bir zatın sünnet-i Seniyyesine elden geldiği kadar ittibaa (uymaya) çalışmak, ne kadar kârlı ve hayat-ı ebediye için ne kadar saadetli ve hayat-ı dünyeviye için ne kadar menfaatli olduğu kıyas edilsin.

DOKUZUNCU NÜKTE:
Sünnet-i Seniyyenin herbir nev’ine tamamen bilfiil ittiba etmek, ehass-ı havassa (velilere) dahi ancak müyesser olur. Ona bilfiil olmasa da, bin-niyet (niyetle), bilkasd (onu yapmaya kasdederek) tarafdarane ve iltizamkârane (kabul ederek) talib olmak, herkesin elinden gelir. Farz ve vâcib kısımlara zaten ittibaa mecburiyeti var. Ve ubûdiyetteki (kulluktaki) müstehab olan Sünnet-i Seniyyenin terkinde günah olmasa dahi, büyük sevabın zâyiatı var. Tağyirinde (değiştirilmesinde) ise, büyük hata vardır. Âdât ve muamelâttaki Sünnet-i Seniyye ise, ittiba ettikçe, o âdât, ibadet olur. Etmese itab (rencide etme, azarlama) yok. Fakat Habibullah’ın âdâb-ı hayatiyesinin (hayatındaki adapların) nurundan istifadesi azalır. Ahkâm-ı ubûdiyette (kulluk görevlerinde) yeni îcadlar bid’attır. Bid’atlar ise, “Bugün size dininize kemale erdirdim” sırrına münafî (aykırı) olduğu için, merduddur (reddedilmiştir). Fakat, tarikatta evrad (virdler) ve ezkâr (zikirler) ve meşrebler (adetler) nev’inden olsa ve asılları Kitab ve Sünnetten ahzedilmek (alınmak) şartıyla ayrı ayrı tarzda, ayrı ayrı surette olmakla beraber, mükerrer olan (tekrarlanan) usûl ve esâsat-ı Sünnet-i Seniyyeye (sünnetin esaslarına) muhâlefet ve tağyir etmemek (değiştirmemek) şartıyla, bid’a değillerdir. Lâkin bir kısım ehl-i ilim (alim), bunlardan bir kısmını bid’aya dâhil edip, fakat “bid’a-i hasene” namını vermiş. İmam-ı Rabbânî Müceddid-i Elf-i Sâni (R.A.) diyor ki: “Ben seyr-ü sülûk-u ruhanîde (ruhani seyirde iken) görüyordum ki: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’dan mervî olan kelimat (rivayet olunan kelimeler) nurludur, Sünnet-i Seniyye şuaı (ışığı) ile parlıyor. Ondan mervî olmayan parlak ve kuvvetli virdleri ve halleri gördüğüm vakit, üstünde o nur yoktu. Bu kısmın en parlağı, evvelkinin en azına mukabil gelmiyordu. Bundan anladım ki; Sünnet-i Seniyyenin şuaı, bir iksirdir. Hem o sünnet, nur istiyenlere kâfidir, hariçte nur aramağa ihtiyaç yoktur.”

İşte böyle hakikat ve şeriatın bir kahramanı olan bir zatın bu hükmü gösteriyor ki: Sünnet-i Seniyye, saadet-i dareynin (dünya ve ahiretin) temel taşıdır ve kemalâtın (olgunluğun, mükemmelliğin) madeni ve menbaıdır.

“Allahım, bizi Sünnet-i Seniyyenin ittibâıyla rızıklandır”

“Ey Rabbimiz, indirmiş olduklarına iman ettik ve Resule uyduk. Böylece bizleri de buna tanık olanlarla birlikte yaz.” (Ali İmran: 53)

ONUNCU NÜKTE:
“Ey Muhammed deki: Eğer Allah’ı seviyorsanız, o halde bana ittiba ediniz ki, Allah da sizi sevsin.” (Ali İmran: 31) Âyetinde i’cazlı (mucizevi) bir îcaz vardır. Çünki çok cümleler, bu üç cümlenin içinde dercedilmiştir. Şöyle ki: Şu Âyet diyor ki: “Allah’a (celle celâluhu) îmanınız varsa, elbette Allah’ı seveceksiniz. Madem Allah’ı seversiniz, Allah’ın sevdiği tarzı yapacaksınız. Ve o sevdiği tarz ise, Allah’ın sevdiği zata benzemelisiniz. Ona benzemek ise, ona ittiba etmektir. Ne vakit ona ittiba etseniz, Allah da sizi sevecek. Zaten siz Allah’ı seversiniz, tâ ki Allah da sizi sevsin.”

İşte bütün bu cümleler, şu Âyetin yalnız mücmel ve kısa bir mealidir. Demek oluyor ki; insan için en mühim âlî maksad, Cenab-ı Hakk’ın muhabbetine mazhar olmasıdır. Bu Âyetin nassıyla gösteriyor ki; o matlab-ı a’lânın yolu (yüceliği istemenin yolu) , Habibullah’a ittibadır ve Sünnet-i Seniyyesine iktidadır (uymadır). Bu makamda “Üç Nokta” isbat edilse, mezkûr hakikat tamamıyla tezahür eder (ortaya çıkar). Birinci Nokta: Beşer, fıtraten şu kâinatın Hâlıkına karşı hadsiz bir muhabbet üzerine yaratılmıştır. Çünki fıtrat-ı beşeriyede cemâle karşı bir muhabbet ve kemale karşı perestiş etmek (rağbet)) ve ihsana karşı sevmek vardır. Cemal ve kemal ve ihsan derecatına (derecelerine) göre, o muhabbet tezâyüd eder (artar). Aşkın en münteha (en son) derecesine kadar gider. Hem bu küçük insanın küçücük kalbinde, kâinat kadar bir aşk yerleşir. Evet kalbin mercimek kadar bir sandukçası olan kuvve-i hâfıza, bir kütübhane hükmünde binler kitab kadar yazı, içinde yazılması gösteriyor ki: Kalb-i insan, kâinatı içine alabilir ve o kadar muhabbet taşıyabilir. Madem fıtrat-ı beşeriyede ihsan ve cemal ve kemale karşı böyle hadsiz bir istidad-ı muhabbet (sevgi kabiliyeti) vardır. Ve madem bu kâinatın Hâlıkı, kâinatta tezahür eden âsâriyle (eserleriyle), bilbedahe tahakkuku (apaçık ortaya çıkması) sabit olan hadsiz cemâl-i mukaddesi (kutsal güzellikleri); bu mevcudatta tezahür eden nukuş-u san’atıyla (bu varlıklarda ortaya çıkan sanatının nakışlarıyla) bizzarure sübutu tahakkuk eden (bizzat sabitliği gerçekleşen) hadsiz kemal-i kudsîsi (kutsal mükemmellikleriyle); ve bütün zîhayatlarda (canlılarda) tezahür eden hadsiz envâ-ı ihsan ve in’amatiyle (ihsan ve nimet türleriyle) bilyakîn (yakinen) ve belki bilmüşahede (bizzat) vücudu tahakkuk eden hadsiz ihsanatı vardır. Elbette zîşuurların en câmii (toplayıcı) ve en muhtacı ve en mütefekkiri ve en müştakı (arzulu olanı) olan beşerden, hadsiz bir muhabbeti iktiza ediyor. Evet herbir insan, o Hâlık-ı Zül-celâl’e karşı hadsiz bir muhabbete müstaid (kabiliyetli) olduğu gibi, o Hâlık dahi herkesten ziyade Cemâl ve Kemâl ve ihsanına karşı hadsiz bir mahbûbiyete (sevilmeye) müstehaktır. Hatta insan-ı mü’minde (mü’mindeki) hayatına ve bekasına ve vücuduna ve dünyasına ve nefsine ve mevcudata karşı türlü türlü muhabbetleri ve şedid alâkaları, o istidâd-ı muhabbet-i İlahiyenin tereşşuhatıdır (ilahi sevgi kabiliyetinin sızıntısıdır). Hatta insanın mütenevvi hissiyat-ı şedidesi (çeşitli şiddetli hisleri), o istidad-ı muhabbetin istihâleleridir (başka hale girmiş) ve başka şekillere girmiş reşhalarıdır (damlalarıdır). Mâlûmdur ki, insan kendi saadetiyle mütelezziz olduğu gibi, alâkadar olduğu zatların saadetleriyle dahi mütelezziz oluyor. Ve kendini belâdan kurtaranı sevdiği gibi, sevdiklerini de kurtaranı öyle sever. İşte bu hâlet-i ruhiyeye binaen; insan, eğer her insana ait envâ-ı ihsanat-ı İlâhiyyeden (ilahi ihsan türlerinden) yalnız bunu düşünse ki: Benim Hâlıkım beni zulümat-ı ebediye olan ademden (yokluktan) kurtarıp bu dünyada bir güzel dünyayı bana verdiği gibi, ecelim geldiği zaman beni idâm-ı ebedî olan ademden ve mahvdan yine kurtarıp bâki bir âlemde ebedî ve çok şaşaalı (gösterişli) bir âlemi bana ihsan ve o âlemin umum envâ-ı lezaiz ve mehâsininden (güzellik ve lezzet türlerinden) istifade edecek ve cevelan edip tenezzüh edecek (gezip dolaşacak) zâhirî ve bâtınî hassaları (kuvvetleri), duyguları bana in’am ettiği (nimet olarak verdiği) gibi, çok sevdiğim ve çok alâkadar olduğum bütün akarib (akraba) ve ahbab ve ebnâ-yı cinsimi (cinsimden) dahi öyle hadsiz ihsanlara mazhar ediyor ve o ihsanlar bir cihette bana ait oluyor. Zira onların saadetleriyle mes’ud ve mütelezziz oluyorum. Madem “insan, kendisine yapılan iyiliğin kölesidir” sırriyle, herkeste ihsana karşı perestiş (sevgi) var. Elbette böyle hadsiz ebedî ihsanata karşı; kâinat kadar bir kalbim olsa, o ihsana karşı muhabbetle dolmak iktiza eder ve doldurmak isterim. Ben bilfiil o muhabbeti etmezsem de bil’istidad (doğrulamayla), bil’îman (imanla), binniyye (niyet ederek), bilkabul (kabul ederek), bittakdir (takdir ederek), bil’iştiyak (iştiyakla), bil’iltizam (kendime gerekli kılarak), bil’irade suretinde (kastetme şeklinde) ediyorum, diyecek ve hâkeza... Cemâl ve kemâle karşı insanın göstereceği muhabbet ise, icmâlen (kısaca) işaret ettiğimiz ihsana karşı muhabbete kıyas edilsin. Kâfir ise, küfür cihetiyle hadsiz bir adâvet eder. Hatta kâinata ve mevcudata karşı zalimâne ve tahkirkârane (küçümseyici) bir adavet taşıyor.

İkinci Nokta: Muhabbetullah, ittiba-ı Sünnet-i Muhammediye Aleyhissalâtü Vesselâm’ı istilzam eder (gerektirir). Çünki Allah’ı sevmek, onun marziyatını (razı olacağı şeyleri) yapmaktır. Marziyatı ise (Onun razı olacağı şeyler ise), en mükemmel bir surette Zat-ı Muhammediyede (A.S.M.) tezahür ediyor. Zat-ı Ahmediyeye (A.S.M.) harekât ve ef’alde (fiillerde) benzemek, iki cihetledir:

Birisi: Cenab-ı Hakk’ı sevmek cihetinde emrine itaat ve marziyatı (rızası) dairesinde hareket etmek, o ittibaı (tabi olmayı) iktiza ediyor (gerektiriyor). Çünki bu işde en mükemmel imam, Zat­ı Muhammediyedir (A.S.M.).

İkincisi: Madem Zat-ı Ahmediye (A.S.M.), insanlara olan hadsiz ihsanat-ı İlâhiyyenin en mühim bir vesilesidir. Elbette Cenab-ı Hak hesabına, hadsiz bir muhabbete lâyıktır. İnsan, sevdiği zata eğer benzemek kabil ise (mümkün ise), fıtraten benzemek ister. İşte Habibullah’ı sevenlerin, Sünnet-i Seniyyesine ittiba ile ona benzemeye çalışmaları, kat’iyyen iktiza eder.

Üçüncü Nokta: Cenab-ı Hakk’ın hadsiz merhameti olduğu gibi, hadsiz bir muhabbeti de vardır. Bütün kâinattaki masnûatın (sanatla yapılan şeylerin) mehâsini (güzelliği) ile ve süslendirmesiyle kendini hadsiz bir surette sevdirdiği gibi; masnuatını, hususan sevdirmesine sevmek ile mukabele eden zîşuur (şuurlu) mahlûkatı sever. Cennet’in bütün letâif ve mehâsini (güzellikleri) ve lezâizi (lezzetleri) ve niamatı (nimetleri), bir cilve-i Rahmeti (bir rahmet yansıması) olan bir Zatın nazar-ı muhabbetini (sevgi bakışlarını) kendine celbe çalışmak, ne kadar mühim ve âlî bir maksad olduğu bilbedahe (apaçık) anlaşılır. Madem nass-ı kelâmiyle (kelamının hükmüyle, ayetle); onun muhabbetine, yalnız ittiba-ı Sünnet-i Ahmediye (A.S.M.) ile (Resulullah (ASM)’nin sünnetine tabi olmayla) mazhar olunur. Elbette ittiba-ı Sünnet-i Ahmediye (A.S.M.), en büyük bir maksad-ı insanî (insanın en büyük maksadı) ve en mühim bir vazife-i beşeriye (en önemli insani görev) olduğu tahakkuk eder (ortaya çıkar).

ONBİRİNCİ NÜKTE:
“Üç Mes’ele”dir.

Birinci Mes’ele: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın Sünnet-i Seniyyesinin menbaı (kaynağı) üçtür: Akvâli (sözlü), ef’ali (fiili), ahvâlidir (hal ile olandır). Bu üç kısım dahi, üç kısımdır: Ferâiz (farzlar), nevâfil (nafileler), âdât-ı hasenesidir (güzel adetler). Farz ve vâcib kısmında ittibaa mecburiyet var; terkinde, azab ve ikab vardır. Herkes ona ittibaa mükelleftir. Nevafil kısmında, emr-i istihbâbî ile (sevginin gereği olarak yapılanlar kısmından olduğu için) yine ehl-i îman mükelleftir. Fakat, terkinde azab ve ikab yoktur. Fiilinde ve ittibaında azîm sevablar var ve tağyir ve tebdili (değiştirilmesi) bid’a ve dalâlettir ve büyük hatadır. Âdât-ı Seniyyesi (güzel adetleri) ve harekât-ı müstahsenesi (beğenilen hareketleri) ise hikmeten, maslahaten, hayat-ı şahsiye ve nev’iye ve içtimaiye (toplumsal, insani ve şahsi hayat) itibariyle onu taklid ve ittiba etmek, gâyet müstahsendir. Çünki : Herbir hareket-i âdiyesinde (basit hareketinde), çok menfaat-ı hayatiye (hayati menfaat) bulunduğu gibi, mutabaat etmekle (uymak ile) o âdâb ve âdetler, ibadet hükmüne geçer. Evet madem dost ve düşmanın ittifakiyle, Zat-ı Ahmediye (A.S.M.) mehâsin-i ahlâkın en yüksek mertebelerine mazhardır. Ve madem bil’ittifak nev-i beşer içinde en meşhur ve mümtaz bir şahsiyettir. Ve madem binler mu’cizatın delâletiyle ve teşkil ettiği Âlem-i İslâmiyetin ve kemalâtının şehadetiyle ve mübelliğ ve tercüman olduğu Kur’an-ı Hakîm’in hakaikının (hakikatlerinin) tasdikiyle, en mükemmel bir insan-ı kâmil ve bir mürşid-i ekmeldir. Ve madem semere-i ittibaiyle (tabi olmanın semeresi olarak) milyonlar ehl-i kemal (milyonlarca evliya), merâtib-i kemalâtta (kemal mertebelerinde) terakki edip saadet-i dâreyne vâsıl olmuşlardır. Elbette o zatın sünneti, harekâtı, iktida edilecek (uyulacak) en güzel nümunelerdir ve takib edilecek en sağlam rehberlerdir ve düstur ittihaz edilecek (kabul edilecek) en muhkem kanunlardır. Bahtiyar odur ki, bu ittiba-ı Sünnette hissesi ziyade ola. Sünnete ittiba etmeyen, tenbellik eder ise, hasaret-i azîme (büyük zarar); ehemmiyetsiz görür ise, cinayet-i azîme (büyük bir cinayet); tekzibini işmam eden (yalanlamayı hissettirecek) tenkid ise, dalâlet-i azîmedir (büyük bir sapıklıktır).

İkinci Mes’ele: Cenab-ı Hak Kur’an-ı Hakîm’de: “Hiç şüphesiz sen pek büyük bir ahlâk üzerindesin.” (Kalem/4) ferman eder. Rivayât-ı sahîha (sahih rivayet) ile Hazret-i Âişe-i Sıddıka (R.A.) gibi sahabe-i Güzin (seçkin sahabeler), Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm’ı tarif ettikleri zaman “Hulukuhu-l Kur’an” (Ahlakı, Kur’an ahlakıydı) diye tarif ediyorlardı. Yâni: “Kur’anın beyan ettiği mehâsin-i ahlâkın (güzel ahlakın) misali, Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’dır. Ve o mehâsini en ziyade imtisal eden (uygulayan) ve fıtraten o mehâsin üstünde yaratılan odur.”

İşte böyle bir zatın ef’al, ahvâl, akvâl ve harekâtının herbirisi, nev-i beşere birer model hükmüne geçmeye lâyık iken, ona îman eden ve ümmetinden olan gâfillerin, (sünnetine ehemmiyet vermeyen veyahût tağyir etmek istiyen) ne kadar bedbaht olduğunu divaneler de anlar.

Üçüncü Mes’ele: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, hilkaten en mutedil (ölçülü) bir vaziyette ve en mükemmel bir surette halkedildiğinden, harekât ve sekenatı (hareket ve susuşu), itidal (dengeli) ve istikamet (doğruluk) üzerine gitmiştir. Siyer-i Seniyyesi, kat’î bir surette gösterir ki: Her hareketinde istikamet ve itidal üzerine gitmiş, ifrat ve tefritten içtinab etmiştir. Evet Resul­i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, “Emrolunduğun gibi dos doğru ol.” ( Hûd Sûresi/112) emrini tamamiyle imtisal ettiği (uyguladığı) için, bütün ef’al ve akvâl ve ahvâlinde istikamet, kat’î bir surette görünüyor. Meselâ: Kuvve-i akliyenin (aklın) fesad ve zulmeti hükmündeki ifrat ve tefriti olan gabavet (ahmaklık) ve cerbezeden (aldatıcı sözlerden) müberra (beri) olarak, hadd-i vasat ve medâr-ı istikamet (doğru ve dengeli) olan hikmet noktasında kuvve-i akliyesi daima hareket ettiği gibi; kuvve-i gazabiyenin fesadı ve ifrat ve tefriti olan korkaklık ve tehevvürden (aklı iptal eden cesaretten) münezzeh olarak, kuvve-i gadabiyenin medâr-ı istikameti ve hadd-i vasatı olan şecaat-ı kudsiye (dengeli bir cesaret) ile kuvve-i gadabiyesi hareket etmekle beraber; kuvve-i şeheviyenin fesadı ve ifrat ve tefriti olan humud (şehvetsizlik) ve fücurdan (şeytani şehvetten) musaffa olarak (beri ve temiz), o kuvvenin medâr-ı istikameti (doğru ve dengeli şekli) olan iffette, kuvve-i şeheviyesi daima iffeti, âzamî mâsumiyet derecesinde rehber ittihaz etmiştir (kabul etmiştir). Ve hâkeza... Bütün Sünen-i Seniyyesinde, ahvâl-i fıtriyesinde (fıtri hallerinde) ve ahkâm-ı şer’iyyesinde, hadd-i istikameti ihtiyar edip (en dengeli sınırı seçip) zulüm ve zulümat olan ifrat ve tefritten, israf ve tebzirden (savurganlıktan) içtinab etmiştir. Hatta tekellümünde (konuşmasında) ve ekl ve şürbünde (yeme ve içmesinde), iktisadı rehber ve israftan kat’iyyen içtinab etmiştir. Bu hakikatın tafsilâtına dair binler cild kitab te’lif edilmiştir. “Arif olana bir işaret yeter” sırrınca, bu denizden bu katre ile iktifa edip, kıssayı kısa keseriz.

Allahım! “Şüphesiz sen pek büyük bir ahlâk üzeresin” sırrına mazhar olarak en üstün meziyetleri kendisinde toplayan ve “Ümmetimin fesadı zamanında benim sünnetime yapışana yüz şehid ecri vardır” buyuran zâta salât et, dediler.

“Bizi buna eriştiren Allah’a hamd olsun; yoksa Allah hidayet etmeseydi, biz kendiliğimizden buna erişemezdik. Gerçekten Rabbimizin peygamberleri bize hakkı getirdiler.” A’râf /43

“Seni her türlü noksandan tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka bilgimiz yoktur. Muhakkak ki ilmi ve hikmeti her şeyi kuşatan Sensin.” Bakara/32.
İnzar Dergisi

HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.