Said El KURDİ
Suriye'de ateşkes mi? Şaka olmalı!
Suriye, artık sadece Suriye değildir. Dün de öyleydi, bugün de öyledir, yarın da öyle olacaktır. Suriye'ye müdahil olan sayısız ülke ve grupların tümünün hedefledikleri sonuçlara bugüne kadar ulaşamamış olmasının en büyük nedeni de zaten budur; Suriye'nin sadece Suriye olmadığı gerçeği.
Suriye, Mart 2011'de başlayan iç çatışmalardan bu yana sadece Suriye olmaktan çıktı. Her türlü taktik mücadelelerin yürütüldüğü bir tür “uluslararası serbest bölge” halini aldı. Oluşturulan bu “serbest bölge” irili ufaklı, küçük büyük tüm yerel, bölgesel ve uluslararası güçlerin kapışmasına dayalı rekabet alanı haline geldi, getirildi.
Hali hazırda Suriye merkezli kapışma sahasının başlıca iki kaybedeni vardır;
İlki, hiç kuşkusuz tarumar edilen, yüz binlercesi katliamlara uğratılan, milyonlarcası göç ettirilen Suriye halkı.
Diğeri ise, Suriye'yi sadece Suriye'den ibaret sanan ve politikasını bu yönde belirleyen müdahil güçler. Ki bunların başında Türkiye gelmektedir.
Suriye'de iç çatışmaların başlamasından bu yana üç farklı aşama yaşandı.
İlk aşamada Amerika'nın koordinasyonunda oluşturulan “Suriye'nin Dostları” grubunun belirlediği, Esad rejimini devirmeye ayarlı bir strateji uygulandı. Ancak başarısızlıkla sonuçlandı.
İkinci aşama, 2013 başlarında Amerika'nın Suriye üzerine Rusya ve İran'la bir takım anlaşmalara imza attığı bir aşama oldu. Bu aşamanın en belirgin özelliği, Esad rejiminin hedef alınmaktan vazgeçildiği, muhaliflerin ayrıştırılıp yeni mücadele alanlarının belirlendiği bir tabloya kapı aralamış olmasıydı. Bu aşamada “Dostlar” dağıldı, ittifaklar ihtilaflara, ihtilaflar yeni ittifaklara kapı araladı.
Üçüncü aşama ise, şu an yaşanılan aşamadır ve diğer iki aşamalara göre daha karmaşıktır. Bu aşamanın başlangıcı Rusların doğrudan müdahalesiyle oluştu. İkinci aşamayla flulaşan ortam ve stratejiler, bu aşamayla daha belirgin bir hale dönüştü.
Başlangıçtan üçüncü aşamaya gelene kadar beş yıl geride kaldı. Bu süre içerisinde Suriye, daha fazla Suriye olmaktan çıktı. Uluslararası güç dengelerinin boy ölçüşme alanına daha fazla dönüştü. Değişen aşamalar, Amerika ile beraber hareket eden tüm ülkelerin Suriye politikasını Amerika'nın değişken tavrına paralel olarak değiştirdi. İlk başta Amerikan konseptine göre tavır alan ve bu doğrultuda ilk günkü politik argümanları savunan tek ülke kaldı; Türkiye!
Türkiye'nin hala ilk günkü argümanlarla sürdürmeye çabaladığı Suriye politikasının doğruluğunu ya da yanlışlığını tartışmayacağım. Ancak şöyle bir tablo var karşımızda;
Suriye üzerine anlaşmış gibi görünen bölgesel ve uluslararası güçler, artık rejim karşıtı silahlı muhalifleri bir kambur olarak görmektedir. Türkiye ise hala muhalifler üzerinden ilk günkü politikasını sürdürmekte ısrar etmektedir. Bu ısrarın şu koşullarda hala sürmesinin en büyük nedenlerinin, bu politikanın Türkiye açısından belirmeye başlayan daha fazla mülteci akını riski ve “Ulusal güvenlik” mülahazalarından kaynaklandığını ayrıca not edelim.
Türkiye'nin neredeyse tüm bölgesel ve uluslararası sistemin Suriye üzerindeki ayak oyunlarında vardıkları tahmin edilen konsensüse rağmen iflas etmiş ilk günkü argümanlarında ısrar etmesine bir takım insani/vicdani gerekçeler seslendirilebilir. Tüm “Dostlar”, Suriye halkına ve muhaliflere verdikleri sözleri yutmak pahasına kandırma yoluna başvurdular, ancak Türkiye bunu yapmadı denilebilir. Oysa şöyle bir gerçeklik de var;
Birincisi, güç ve imkân meselesi,
İkincisi, uluslararası sistemle olan ilişkiler ve siyasi, ekonomik ve askeri bağımlılık. Uçağını kapanın Suriye sahasında soluklandığı, istediği noktayı istediği şekilde vurabildiği bir ortamda Türkiye'nin vurucu gücünün sınırlılığı ortadadır. YPG mevzilerine fırlattığı üç beş top mermisinin ne tür etki yapabildiği bir tarafa, sırf bunun için bizzat kendi müttefiklerinden bile yediği zılgıtların haddi hesabı yoktur ve bu durum askeri imkân ve kabiliyet açısından Türkiye'nin çaresizliğini ortaya koymaktadır.
Bunun dışında, uluslararası aktörlerin konsensüs sağladığı bir ortamda olup bitenlere kafa tutmanın “kural dışı” bir racona tekabül ettiği herkesin malumudur. Bunun için öncelikli şartlardan biri, denetimli bir mekanizma olan uluslararası sistemden bağımsız bir konuma sahip olmaktır. Gerektiğinde “Kural dışılığı” esas alan her türlü mekanizmadan yararlanma kabiliyeti gösterebilmektir. Etkili olabileceğine inandığı tüm enstrünmanları kullanabilmektir. Hani geçmişte ve şimdilerde Suriye için “Suriye, sadece Suriye değildir” dendiğinde aklınıza gelen ilk çağrışım ne ise, tıpkı bunun gibi, Türkiye'nin de şu andaki söylemlerini fiiliyata dökmesi için “Türkiye, sadece Türkiye değildir” kuralının geçerli olması gerekir. Oysa bir NATO üyesi olan Türkiye, belki de NATO'ya güvenerek içerden sert mesajlar veren Türkiye, askeri açıdan büyük oranda bağımlı bulunduğu NATO'ya ve NATO'nun en büyük kurucusuna kafa tutmak pahasına şu koşullarda çok da sergileyebileceği bir imkâna sahip değildir.
Suriye girdabına saplanmışlık halinin devasa yansımalarının içeriye aksetmeye başladığı şu koşullarda belki de sergilenebilecek en iyi politika, kendi konumunda bulunan bölge ülkeleriyle bir araya gelip meseleye farklı bir yaklaşım sergilemesi en akıllıca tutumlardan birisi olabilirdi.
İran'la, Suudi ile gerekirse diğer irili ufaklı bölge ülkeleriyle Suriye üzerine ve bölgesel maslahatı önceleyen görüşmelere, ittifaklara, çözüm formüllerine öncülük edebilir ya da aktif bir çaba sergileyebilirdi. Bölge ülkelerinin bir araya gelip insiyatif alması, uluslararası aktörlerin de bu denli pervasızlaşmasına engel oluşturabilirdi.
Suriye sahasında rejim de dahil çatışan tüm tarafların her bir bölümü daha ziyade bölge ülkelerinin etki alanında bulunmaktadırlar. Uluslararası güçler, sahada çatışma halindeki tarafları ancak ilişki kurdukları bölge ülkeleri üzerinden kontrol edebilmektedirler. Uzun zamandır Cenevre'de, Münih'te iki büyük şeytanın kendi arasında dillendirip bir türlü hayata geçiremedikleri geçici bir ateşkes için Kerry-Lawrov ikilisinin dudaklarından süzülecek bir iki sahte barış sözcüğünden medet ummak yerine Ankara, Tahran ya da Riyad'dan daha umutvar kararlar çıkabilirdi.
Ancak insiyatif aldıklarında etkili olacaklarına kesin gözüyle bakılan bölge ülkeleri, bunu yapmak yerine sahada etkin olmak adına uluslararası güçleri davet edip birbirlerine karşı konumlarını güçlendirme yoluna başvurmayı tercih ettiler, halen de bunu sürdürüyorlar.
Birbirlerini şeytanlaştırmak yerine, birbirlerinin ırkıyla, mezhebiyle uğraşmak yerine söz konusu bölge ülkeleri için halen böyle bir fırsat var. Bu fırsatı kullanmasalar, daha da kötüsü bu fırsatı kaçırsalar sıranın bir gün kendilerine de geleceği günler uzak değildir.
Zaten yeni bir bölüşüm/paylaşım dizaynını öngören modern “Sykes-Picot” da böyle bir şeydir ve sadece Suriye ile sınırlı değildir, kalmayacaktır da.
Bölge ülkelerinin Suriye özelinde ölümcül rekabete tutuştukları bir ortamda, yeni dizayn haritaları için bölgesel rekabeti sıçrama tahtası niyetine kullanıp dadanan küresel güç odakları şu anda “Suriye'de ateşkes” ile gündemi meşgul ediyorlar.
Bu durumda iki ihtimalden biri yalan olsa gerek;
Ya küresel güç odakları için sıkça dillendirilen yeni bölüşüm/paylaşım/dizayn çabaları şeklindeki iddialar yalandır;
Ya da bu güçlerin “Ateşkes ve siyasi sürece geçiş” şeklinde seslendirdikleri senaryoları yalandır.
Sizce yalan olan hangisidir?
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.