Hasan SABAZ
Tek adamlığın artıları ve eksileri
24 Haziran seçimleri yeni sistem gereği devlet yönetiminde “Tek adam”lığın uygulamaya geçmesini sağladı. Sistemi savunanlar mevcut şartlarda hızlı kararlar almanın zorunluluk olduğunu söylüyor ve varılan sonuçtan dolayı ülkenin önünün artık daha açık olduğunu iddia ediyorlar. Önümüzdeki süreçte bu yeni sistemin neleri beraberinde getireceğini göreceğiz.
Ortaya çıkacak tablo yakın geçmişi göz önüne aldığımızda hiç de olumlu bir sonuca neden olmayabilir.
Tezkere krizini hatırlamakta fayda var.
Tümüyle içi boş gerekçelerle Irak işgaline karar vermiş olan Amerika, Türkiye'den destek istediğinde birkaç aydır iktidarda olan AK Parti hükümeti buna sıcak bakmış, bunun için meclise tezkere getirmiş; ama parlamento buna izin vermemişti.
Şimdiye kadar bu konuda yapılan değerlendirmeler genellikle ahlaki olmaktan uzak, dönemsel bakış açılarına sahip ve pragmatik olmuştur. AK Parti hükümeti yöneticileri dışardan R. Tayyip Erdoğan ve içeriden Abdullah Gül, tezkerenin çıkmamasına çok içerlemişlerdi.
Sonra işgalin sonuçları çıktı ortaya.
Irak işgali, vahşi katliamları, işkenceleri, Ebu Gureyb'i, etnik ve mezhebi kaosu beraberinde getirince Gül ve Erdoğan ikilisi aslında tezkereye “kerhen” destek verdiklerini ima eden bir tutum takındılar; ama daha sonra şartlar biraz değişince “Bölgede olsaydık alanda sözümüz geçerdi” diyerek tezkerenin geçmemesinin hata olduğunu kendilerine yakın gazeteciler aracılığıyla dile getirdiler.
Birinci körfez savaşında Turgut Özal da Erdoğan gibi benzer bir durumla karşı karşıya kalmış ve çözüm için “Başkanlık sistemini” dile getirmişti. Özal buna teşebbüs edemedi, çünkü siyasi olarak artık zayıflamaya başladığı bir dönemde sistem değişikliğinden söz etmişti. Asker oldukça güçlüydü ve darbe anayasası halen yürüklükteydi.
Zaten bu tartışmaların üzerinden fazla zaman da geçmeden Turgut Özal halen de konuşulan ve tam olarak çözülemeyen sebeplerle hayatını kaybetti.
Erdoğan düşe kalka devam etti.
Karşısında her zaman kendini siyasetin üstünde görmüş olan bir askeri güç, kendini her şartta devletin sahibi olarak gören ve Kemalist normlara sıkı sıkıya bağlı yargı ve hariciye ve söz dinlememeye alışkın bir bürokrasi vardı.
Bunların yanında medya ve sermayeyi de unutmayalım.
Asker, kendi hiyerarşik yapısına göre ilerliyor ve siyasi idareyi işleyişin içine pek sokmuyordu. Yargı ve YÖK, tümüyle cumhurbaşkanı tarafından kontrol ediliyordu. Cumhurbaşkanının istemediği vali atanamadığı gibi istemediği kişi bakan olarak bile görevlendirilemiyordu.
Erkan Mumcu'nun Milli Eğitim Bakanı olmasının dönemin cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer'in önceki isimleri veto etmesinden kaynaklandığı çok sonraları dile getirilecekti.
Türkiye'de sistemin işleyişi şu şekildeydi: Sorumlu; ama yetkileri kısıtlı bir hükümet, sorumsuz; ama yetkileri çok fazla bir cumhurbaşkanı…
Erdoğan, askeri darbe planları, e-muhtıralar, vesayet odakları ve darbe teşebbüsleri arasından geçerek kafasındaki sistemi büyük oranda gerçekleştirdi.
Şimdi herkesin sorduğu soru şu: Bu sistemde kontrol ve fren kim tarafından sağlanacak?
Ortada “Ne olursa olsun itaat” ve “Ne olursa olsun muhalefet” şeklinde kutuplaşmış bir siyasi atmosfer varken ülkenin ve halkın çıkarı için kim sesini çıkaracak?
Evet, bu ortamda HÜDA PAR'a daha fazla ihtiyaç var.
Adalet söyleminin daha fazla dillendirilmesine, ayrıştırıcı milliyetçi söylemlere değil evrensel adalet ilkelerine ve toparlayıcı inanç değerlerine vurgu yapmaya daha fazla ihtiyaç var.
Bölgemiz ve İslam Dünyası oldukça kritik bir süreçten geçiyor ve bu ortamda geçmiş ve geleceği bir arada düşünebilen, kaos planlarına fırsat vermeyen kadrolara daha fazla ihtiyaç var.
HÜDA PAR'a daha fazla ihtiyaç var.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.