Tunus 2
Bugün Tunus’taki en önemli İslami hareket, başlangıçta İslami Yöneliş Hareketi olarak ortaya çıkan Nahda (diriliş) Hareketi’dir.
Bugün Tunus’taki en önemli İslami hareket, başlangıçta İslami Yöneliş Hareketi olarak ortaya çıkan Nahda (diriliş) Hareketi’dir. İslami Yöneliş Hareketi 1969’da Raşid Gannuşi’yle, Abdulfettah Moro’nun öncülüğünde kurulmuştur. Tunus yönetimi ilk kuruluş yıllarında İslami Yöneliş Hareketi’yle bir çatışmaya girmedi. 1970’lerde başlayan, giderek gelişen ve bütün Tunus’u kuşatan İslami Uyanış, genci, yaşlısı, kadını ve erkeğiyle bir çığ gibi büyüdü. Prof. Raşid el-Gannuşi ve Abdulfettah Moro tarafından kurulan ‘İslami Yöneliş Hareketi” üniversitesinden, işçi hareketlerine, hayır kurumlarından halk kesimlerine varıncaya kadar bütün ülke genelinde kendini göstermeye başladı.
Burgiba yönetimi, ülke genelinde büyük bir sempati toplamaya başlayan bu hareketin önüne geçilmediği takdirde kurulan düzenin zora gireceğini gördü. Bir an evvel bu hareket durdurulmalıydı. Nitekim çok geçmeden Burgiba’nın emriyle ülke genelinde Müslümanlara yönelik akıl almaz bir kuşatma başlatıldı. ‘İslami Yöneliş Hareketi’nin tüm liderleri tutuklandı. Aylar süren tutukluluk döneminden sonra yargılanan hareket liderlerinin tümü, idam, müebbet ve 20’şer yıllık hapis cezalarına çarptırıldılar. Hareketin lideri Gannuşi cezalardan payını alarak müebbet hapse mahkûm edildi. Mahkemelerin hemen akabinde idam cezaları derhal yerine getirildi. Hareketin önde gelenlerinin haricinde binlerce kişi daha basit gerekçelerle tutuklandılar.
Burgiba bundan sonra da her alanda zulmünü gösterdi. Tunus’un sembolü olan Zeytune Üniversitesi başta olmak üzere İslami eğitim kurumlarını kapattırdı. Camileri de sıkı denetim altına alarak belli vakitlerin dışında namaz kılınmasını yasakladı. Habib Burgiba, halkına dini konularda fetva vermeyi de ihmal etmedi. Ramazan aylarında televizyona çıkıp rakı içerek ülkesinin kalkınma hamlesini cihad olarak nitelendirip, cihad zamanı oruç tutulmayacağını belirtti ve orucu yasaklama cüretini gösterebildi. Kasım 1987 yılına gelindiğinde ise Burgiba, kendisine halef olarak yetiştirdiği Zeynel Abidin’in darbesi ile yıkılmış ve iktidarını noktalamış oldu.
Zeynel Abidin yönetimi devraldıktan sonra halk üzerinde sevimli görünmeye ve sempatik davranmaya özen gösterdi. Özellikle de Müslümanlara karşı. Nitekim Tunus halkını kendisine inandırabilmek için Cuma günlerini tatil ilan ettirdi. Televizyon yayınları Kur’an-ı Kerim okunarak açılmaya başladı.
Zeynel Abidin, bu tür uygulamalarının ardından Müslümanların sempatisini kazandıracağını düşündüğü bir büyük adım daha attı. Burgiba döneminde hapislere atılan altı bin müslümanın dört binini serbest bıraktı. Sürgündeki İslami Yönelişin ileri gelenlerinin de ülkeye geri dönmelerine izin verdi. Fakat Zeynel Abidin’in estirdiği bu olumlu hava fazla uzun sürmedi.
Zeynel Abidin gerçek yüzünü 1989 yılında gerçekleştirdiği genel ve Cumhurbaşkanlığı seçimleriyle koltuğunu sağlamlaştırdıktan sonra gösterdi.
Tunus lideri bu sözde demokratik seçimlerden sonra Burgiba çizgisine girdi ve Tunus’u bir polis devleti yapmak için kollarını sıvadı. İlk hedef İslami muhalefetti. Nahda Hareketine yönelik büyük bir operasyon başlattı. Hareketin mensuplarından pek çok kimseyi tutukladı. Lider Gannuşi başta olmak üzere hareketin ileri gelenlerinin çoğunu vatanlarını terk etmeye zorladı. Hareketin yayın ve eğitim faaliyetlerini tamamen durdurdu. Bu harekete destek verdikleri bilinen ticari kuruluşlara karşı ambargo koydurarak, kapanmalarını sağladı. Siyasi faaliyetleri durdurdu, insan hakları dernekleri kapatıldı. Sonra sendikalardan muhalif ve rejimi eleştiren insanları çıkardı ve rejime yakın kişileri getirdi. Sendikalar devlet organı haline gelip, dekoratif bir hal aldı. Yollarda, resmi dairelerde ve üniversitelerde 108 nolu bir kararla resmi olarak tesettür resmen yasaklandı. Çoğu öğrenci, okullarına devam etmek için başörtüsünü çıkartmak zorunda kaldı. Başı örtülü kadınlar, iş hakkı, okula gitme hakkı, pasaport ve hastaneden ilaç alma gibi doğal haklardan mahrum edildi.
Tunus’un Müslüman kadınları, Zeynel Abidin döneminde gördükleri zulmü tarihlerinin hiçbir döneminde görmemişlerdir. Yaklaşık yirmi yıldır büyük bir kuşatma içerisinde bulanan Tunuslu Müslüman kadın dünyanın en dikta rejimlerinde ancak görülebilecek bir zulümle karşı karşıya bulunuyor. Zeynel Abidin yönetimi inançlı Tunus kadınını toplumdan soyutlayabilmek için dini, ahlaki ve kültürel tüm değerleri ayaklar altına almaktan kaçınmamaktadır. Uydurma suçlarla mahkûm edilen Müslümanlara daha çok zulmetmek için eşlerine, kızlarına, kız kardeşlerine akıl almaz baskılar uygulanması ise Tunus rejiminin insan hakları ihlallerinde ulaştığı noktayı gösteriyor. Zeynel Abidin yönetimi kadınları adeta tutuklu insanların en zayıf noktası olarak görmekte suçları olmadığı halde en ağır baskılara maruz bırakmaktadır…
Gerek uluslar arası gerekse yerel insan hakları örgütlerinin raporlarına göre Tunus’ta insan hakları ihlalleri sürekli artış halinde bulunuyor. Bu ihlallere en çok maruz kalanlar ise kadınlar ve kız talebeler. Başörtüsü takan kadınları ve genç kızları en-Nahda üyesi olmakla suçlayan Tunus rejimi onları iki tercihle karşı karşıya bırakıyor, ya işleri-okulları ya da başörtüleri…
Siyasi gerekçelerle tutuklanarak cezaevlerine atılan kadınların sayısı da azımsanmayacak kadar fazla. Kesin olmayan rakamlara göre halen Tunus’ta üç bini bayan olmak üzere yaklaşık on bin Müslüman yargısız olarak hapiste yatıyor. İnsan hakları örgütlerinin raporlarında; cezaevlerinde kadın erkek ayırımı olmaksızın akıl almaz bir işkence ve kötü muameleye maruz kalıyorlar.
Bazıları Tunus’ta Zeynel Abidin’in başını çektiği savaşın ülkedeki İslami harekete yani en-Nahda hareketine karşı sürdürülen bir savaş olduğunu zanneder. Oysa işin gerçeği şudur ki, bu savaş bizzat Tunus’taki İslami varlığı hedef almaktadır. Güven içindeki evlere habersiz baskınlar düzenlenerek izinsiz aramalar yapılmasının, dinlerini yaşayan kadınların tutuklanmalarının, bunlara, ırzlarına tecavüz edileceği tehdidinde bulunulmasının, tutuk evlerinde esir muamelesine tabi tutulmalarının, üstlerinin zorla açılarak bu halde video kameralarıyla çekimlerinin yapılmasının, camilerde İslami dersler verilmesine engel olunmasının, okullardaki ve üniversitelerdeki mescitlerin kapatılmasının, İslami hareketin ileri gelenlerinden bazılarına zina iftirasında bulunulmasının başka ne amacı olabilir?
Baskı uygulamalarından sadece İslami anlayış mensupları değil bütün halk nasibini alıyor. Tunus halkı tatlı bir vaadin acısını yaşıyor. General bin Ali, diktatör Burgiba’yı devirip iktidarı ele aldığı ilk gün “Artık bugünden sonra zulüm yok” demişti. Ama bugün Tunus halkı daha gelişmiş metodlarla uygulanan bir zulümle karşı karşıya. Tunus yönetimi her tarafa istihbarat elemanı yaymak suretiyle vatandaşların kalplerine korku salmakla insanların kazanç yollarını da daraltıyor. Durum öyle bir noktaya geldi ki artık komşu komşuya güvenemiyor. Müslüman olduklarından dolayı tutuklanan erkeklerin hanımları sürekli gözetim altına alınmaktadır. Onlara yardım yapılması ve bazen ziyaret edilmeleri bile engelleniyor. Bugün tutukluların ailelerine yardımda bulunmaktan herkes korkuyor. Çünkü böyle bir şey en-Nahda hareketi ile işbirliği ve teröre yardım ve yataklık etme olarak kabul ediliyor. Tunus’taki siyasi partilerin tümü mevcut düzenin güdümündeki partilerdir. Muhalefetteki partilerin bazıları bizzat rejim tarafından kurulmuş. Korkaklıkları onları muhalefet yapmaktan alıkoymakta, hatta yayınları ile Müslümanlara karşı başlatılmış olan savaşa katılmaktadırlar.
Zeynel Abidin Amerikanın yörüngesinde politikalar takip ettiği için Washington’dan kredi ve silah desteğinin yanı sıra siyasi destek de alıyor. En önemli ikinci destekçisi ise İsrail. Bu ülkeyle de ilişkiler Zeynel Abidin sayesinde had safhaya ulaşmış bulunuyor. Kısacası Tunus halkını hem polis hem de askeri zihniyet yönetiyor. Herhangi bir Tunus vatandaşı mutlaka iktidar partisine üye olmak zorunda, aksi takdirde düşman olarak görülüyor. Yani halk-devlet ilişkisinde tamamen güvensizlik mevcut. Özetle diyebiliriz ki, Tunus halkı kelimenin tam anlamıyla ülkelerinde hapis hayatı yaşamakatadır.
İşin gerçeğinde zulümde ısrarlı olanların baskı ve şiddette ileri gitmeleri kendilerini güçlü hissetmelerinden değil, mağdur ettiklerinin zayıf noktalarını çok iyi kullanmayı becerebilmelerinden kaynaklanmaktadır. Zulme maruz kalanların en zayıf yönleri ise zulüm karşısında kendilerini hep yalnız hissetmeleri ve yalnız başlarına da bir şey yapamayacaklarını, başlarındaki örgütlü ve güçlü zulmü dize getiremeyeceklerini düşünmeleridir. Aksi takdirde eğer ki bir dayanışma ve işbirliği olsa meşhur spartaküs olayında olduğu gibi sırtlarından elbiseleri alınmış ve karın tokluğuna en ağır işleri yapmaya mecbur edilen kölelerin bile zulmü yenmeleri zor değildir. Ama bu, kararlılık, fedakârlık ve dayanışma bilincini gerektirir. Dayanışma bilincinin en temel ilkesi ise ‘Nasıl olsa başkaları yapar” düşüncesinden hareketle baştan savmacı bir anlayışla değil “Ben olmadan bu iş olmaz” düşüncesine dayanan bir sorumluluk duygusuyla hareket etmektir.
Korku, zulümde ısrarlı olanlara cesaret verir. Unutmamak gerekir ki, zalimler gösterildikleri kadar güçlü değildirler. Tarihte, özellikle yakın tarihte yaşananlar bunu belgelemektedir. Zulmün gölgesinde yaşamaya razı olmak ise ömür boyu zillete razı olmaktan başka bir şey değildir. Zulüm karşısında haklarını korumak için ısrarlı davrananlar, kendi iradelerini aşan bir takım sebepler dolayısıyla haklarını kaybetseler bile şereflerini korurlar. Ama zulme ve zillete razı olarak haklarından taviz verenler haklarıyla birlikte şereflerini de kaybederler.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.