Yusuf ARİFOĞLU
Üç hikâye ve çokça ders
Hayatı anlamlı veya anlamsız kılan, yaşamı güzelleştiren veya çirkinleştiren aslında düşünce dünyamız, bakış ufkumuz ve algılama sahamızdır.
Dünya Müslümanlarının her yönüyle içinde bulunduğu durumu görmek ve yaklaşan seçimleri de doğru değerlendirmek ve gayretlerimizi İslamî ve însani bir noktada yoğunlaştırmak adına bu haftaki köşemde sizinle üç hikâye paylaşmak istiyorum:
Gerçek yoksulluk gerçek zenginlik
Günlerden bir gün zengin bir baba oğlunu köye götürür. Bu yolculuğun tek amacı vardır; insanların ne kadar fakir olabileceklerini oğluna göstermek. Çok fakir bir ailenin evinde iki gün geçirirler. Köyden dönerken baba oğluna sorar;
“İnsanların ne kadar fakir olabildiklerini gördün mü?”
“Evet!”
“Ne öğrendin peki?”
“Şunu öğrendim:
Bizim evde bir köpeğimiz var, onlarınsa üç.
Bizim bahçede çok büyük bir havuzumuz var, onlarınsa sonu olmayan bir dereleri.
Bizim birkaç halımız var, onların yemyeşil, göz alabildiğince uzanan çimenleri.
Bizim görüş alanımız karşı apartmana kadar, onlarsa bütün bir ufku görüyorlar.
Oğlu sözünü bitirdiğinde babası söyleyecek bir şey bulamaz.
Oğlu ekler;
“Teşekkürler, baba. Ne kadar fakir olduğumuzu gösterdiğin için!”
***
Yoksul mahalle çocukları
Bir bilim adamı yoksul bir mahallede yaşayan çocukları ziyaret etmiş. Onların evlerine ve okullarına gitmiş. Gördükleri bilim adamını çok üzmüş. Çünkü bu çocukların yaşadıkları şartlar çok kötüymüş. Bir kalem alacak parayı bile zor buluyorlarmış. Okulları çok küçük ve eskiymiş. Üstelik iyi ısınamadığı için çok soğukmuş. Bilim adamı kendi kendine;
“Ne yazık ki bu çocukların geleceği çok kötü olacak!” demiş. Sonra bu bilgileri not etmiş. Aradan yirmi yıl geçmiş. Bilim adamı bir gün bu çocukları merak etmiş.
“Acaba ne yapıyorlar bunu mutlaka araştırmalıyım.” Diye düşünmüş. Günlerce, o yoksul çocukları aramış. Sonunda hemen hemen hepsini bulmuş. Öğrenmiş ki hepsi de büyümüş, başka yerlere taşınmışlar. Daha ilginci bu çocuklar doktor, öğretmen, mühendis, avukat ya da iş adamı olmuşlar. Bilim adamı bu durumdan çok etkilenmiş. Onlara:
- Siz çok kötü şartlarda yaşıyordunuz. Nasıl bu kadar başarılı oldunuz? Diye sormuş. Hepsi de:
- Mahalle okulundaki öğretmenimiz sayesinde, diye cevap vermişler.
***
Batı, modernizm ve postmodernizm
Yaşlı babasına artık ihtiyacı kalmadığını düşünen, hatta onu sırtında bir kambur olarak gören oğlu, daha sonraları çocuklarına ballandıra ballandıra anlatacağı bir şekilde onu evden kovar. Dedenin kendisini savunacak gücü yoktur. Bir ayak bağı olarak görülmekte ve çocuklara kötü örnek olması istenmemektedir. Dededen kalma bütün izler evden silinir, sadece evin müzelik bölümündeki albümlerde birkaç fotoğrafının kalmasına izin verilir. Çaresizlik içinde kıvranan dede, üzüntüsünden kahrolur ve eskiden sahip olduğu bir parça kuvveti de yitirerek kötürümleşir. Dededen kurtulan baba özgürlüğün tadını çıkarma hevesindedir. Önünde, bilgisini ve servetini sonsuza dek büyütecek bir gelecek görmektedir. İstediği yere yerleşir, istediği işi yapar, arzuları doğrultusunda yer ve içer. Arada bir çocuklarını bir araya toplayıp, dedenin ne kadar zayıf ve dar kafalı, kendisinin ise ne kadar güçlü ve akıllı olduğunu anlatmayı da ihmal etmez.
Ne var ki, babasız bir babayla büyüyen çocuklar, zamanla kendi babalarını bir ayak bağı ve kötü bir örnek olarak görmeye başlarlar. Babalarının dedelerini kovmasına benzer bir şekilde onlar da babalarını terk etmeye hazırlanırlar. Babalarının özgürlük ve akıl dediği şeyler onlara yetmez olmuştur. Ne yapmaları gerektiğini gidip dededen sormayı bile düşünürler. Ancak dededen de tam bir cevap alamazlar. Dede iyice bunamıştır. Bunamamış olsa bile babaya karşı yenik düşmüş bir dedeye fazla bel bağlanabileceği şüphelidir. Böylece kendi başlarının çaresine bakmak durumunda kalırlar: Ne ileri, ne de geri gidilebilen bir noktada…
Çocuklar iyi eğitilmiş oldukları için babanın öne sürdüğü bütün iddiaları ve bilgileri temelden sarsarlar. Yaşadıkları halden babayı sorumlu tutup onu kıyasıya suçlarlar. Artık babalarından ayrılacaklardır ama bir farkla: çocuk sahibi olma cesaretinden yoksun olarak. Bundan böyle onlar, babasız bir babanın çocuksuz çocukları olacaklardır.
Biriktirdiği onca bilgi ve servetin sahipsiz kalacağını gören baba, yoksul komşularının çalışkan ve zeki çocuklarını evlat edinmekten başka çıkar yol bulamaz. Yaptığı anlaşmada, bu çocukların öz ebeveynlerini inkâr ederek, kendisini gerçek babaları olarak tanımalarını şart koşar. Böylece baba, birçok aileyi parçalamak ve yıkmak pahasına bilgisinin ve malının ömrünü bir süre daha uzatır.
Ellerinden evlatlarını alamadığı bazı yoksul komşularına hased ve düşmanlık ile bakan baba, onca bilgisine ve gücüne rağmen bunu nasıl başaramadığını bir türlü çözemez. Çocuklarından küskün, evlatlıklarına karşı ise kuşkulu bir şekilde ömrünün son yıllarını geçirmek zorunda kalır ve ıssız bir adada kendisi için hazırlattığı mezar taşının üstüne şu cümleyi kazıtır:
“Keşke taş olsaydım.”
Babanın dedeye karşı bu acımasız tavrında çeşitli söylentiler vardır. Durumdan dedeyi ve dedenin dedelerini sorumlu tutanlar olduğu gibi, sonucu babanın aniden zenginleşmesine ve doymak bilmez hırsı önünde dedeyi bir engel olarak görmesine de bağlayanlar olmuştur. Hadisenin bütün bu açıklamaları aşan boyutlarının olduğunu ve bunların tam olarak kavranamayacağını söyleyenler de vardır.
Şunu da söyleyelim. Oğlunu kararından vazgeçiremeyeceğini anlayan dede, oğlunun hoşuna gidecek bir kişiliğe ve görünüme girmeyi bile dener. Ama nafile. Bütün bu çabaları, dedenin oğlu nezdindeki değersizliğini ve gülünçlüğünü artırmaktan başka bir sonuç vermez.
Ve son olarak…
Hikâyeyi bir de, dedenin yerine Batı'nın geleneğini, babanın yerine modern anlayışı, çocukların yerine de bugünlerde Batı'yı kasıp kavuran postmodern düşünceyi koyarak yeniden okuyun. Yoksul komşuları da Müslümanlar olarak düşünün bakalım.
Bu aile faciası hikâyesi, aslında Batı'nın gerçek düşünce tarihidir.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.