Üstad Bediüzzaman Said Nursi
Bu bölümde Üstadımız Bediüzzaman Said-i Nursi Hazretlerini layığı olduğu şekliyle yani en güzel satırlar ile anmayı arzuladım.
Bu bölümde Üstadımız Bediüzzaman Said-i Nursi Hazretlerini layığı olduğu şekliyle yani en güzel satırlar ile anmayı arzuladım. Ancak Üstadımızın mümtaz talebelerinden olan merhum Hasan Feyzi’nin en halis, samimi ve gönülleri viran eden mersiye ve şiirini okuyunca bundan öte sözün israf olacağına kanaat edip o saf ve bağrı yanık gönülden fışkıran duygu dolu satırları nakletmenin en güzeli olacağına karar verdim. Bu mersiyenin hikâyesi de oldukça ilginçtir. O dönemde Üstad Bediüzzaman Hazretleri ağır bir şekilde zehirletilmiş ve çok büyük acılar çekmekte iken onun vefat ettiği haberi dilden dile yayılmıştır. İşte merhum Hasan Feyzi Efendi de bu mersiyesini, Üstad’ın vefat haberi yayılmaya başlayınca, o acı duygular içerisinde iken kaleme almış ancak daha sonra bu haberin asılsız olduğu anlaşılmıştır. Aslına hiç dokunmadan mersiyeyi aynen nakletmek duyguları olduğu gibi yansıtacağı için orijinal şekliyle aşağıya alıyoruz:
السَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحِمَةُ اللَّه وَبَرَاكَاتُهُ بِعَدَدِ عِلْمِ اللَّهِ فَدَاكَ اَبِى وَاُمِّى وَنَفْسِى يَااُسْتَاذِى
Anam ve babam ve tatlı canım sana feda olsun Üstadım. Birkaç gündür, acılarımıza zehirler katan ve ciğerlerimize şişler ve hançerler saplayan ve gözyaşlarımızı kızıl ırmaklara çeviren acı ve kara haberler almaktayız. Işığında, derdimize devalar aradığımız o mübarek ay, akibethusufa mı uğruyor. Nuruyla bu güzel vatanı aydınlatan ve parlatan Üstadımız, bir daha dönmemek ve bizlere görünmemek üzere, akıbet göç mü ediyor. Vâ halila!
Neşr ve ta’mim buyurduğunuz vasiyetname, bizler için hakikaten böyle bir kara haberi bildiren bir ye's ve matem işareti midir? Yoksa yıllardan beri rûy-ı zeminde ağlayıp, inleyen kimsesiz Müslümanların, büsbütün kurtuluş beşareti midir? Bize bir haber sal! Sal ki; eğer böyle bir beşaret ise; senelerden beri hep ağlayan gözyaşlarımızı tutup, biraz da gülmesini bilelim ve öğrenelim.
Acaba bu, bize tahminlerimizi te'yid ve takviye edecek bir nevruzî mi? Yoksa Maazallah gözyaşlarını çağlatıp umman edecek bir nevmidi mi verecek? O bir vasiyetname mi? Yoksa bir tebriknâme mi? Yoksa “Oğul, uşak ve aileden mahrumum, belki bana yas tutan ve mersiyye yazan olmaz” diye kendi mersiyeni kendin mi yazdın, Üstadım?
Senin sayısı yüz binleri aşan büyük bir aile efradın var. Hem öyle ki: Eğer istesen, hepsi sana hayatlarını fedaya hazır, sana üç yüz elli milyon insan yas tutup ağlar. Belki sana aylar ve güneşler de ağlar, sana melekler mersiyeler okur ve yazar. Sana, seninle beraber daima لاَاِلَهَ اِلاَّ اللَّه deyip zikir eden geceler de, gündüzler de ağlar Üstadım.
Şimdiye kadar hangi ölünün böyle milyonlarca yasçısı, mersiyecisi ve aile efradı vardır ki? Bize sultanların ve hakanların bile bırakamayacağı bir mirası, çok zengin ve büyük bir hazineyi ölmeyecek olan Risale't-ün Nur'u armağan edip asıl dosta gidiyorsun.
Allah senden ebediyyen razı olsun Üstadım. Demek bundan sonra kederlerimizi onunla giderip, bütün müşkillerimizi o Risale-i Nur'a havale edeceğiz? Gece ve gündüz hep onunla mı müteselli olacağız?
Demek حَيَاتِى خَيْرٌ لَكُمْ وَمَمَاتِى خَيْرٌ لَكُمْ diyerek hayatının bizim hakkımızda hayırlı ve nurlu olduğu kadar, mevtinin de aynı vecihle yine bizler için iyi ve hayırlı olduğunu göstermek istiyorsun. Şahsıma ait diye, belki bu yazılarımı da kabul etmek istemezsin, fakat kabul buyurmanı rica ederim. Çünki ben, seni medh ve sena etmiyorum. Ben senin medhini ve vasfını, hep Hazret-i Kur'an'a havale ediyorum.
Esasen bende o dil, o kudret o iktidar yok ki; ben ancak, bu ölme ve göçme hadisesinin bize saldığı elemlerden ve yağdırdığı kederlerden, ancak bir damlasını yazıyorum.
Zaten şimdiye kadar sana Gavs dedik, Münci dedik, Kutub dedik hiçbirini kabul etmedin. Veli dedik, Hazret dedik asla iltifat etmedin. İsmini ve resmini, nam ve nişanını hep unutmak ve unutturmak istedin. Kendini hâk ile yeksan ettin, son Ebu't- türab da sen oldun. Senin Kur'an hadimliğinin meddahı ve vassafı o Hutbe-i Ezeliye iken, biz âcizler seni nasıl medh edebilirdik, nasıl tarif ve tavsif edebilirdik.
Madem ki, Kur'an sana Said (سعيد) demiş.. Elbette sen saidsin hem ismin ve hem resmin saiddir.
Madem ki, Kur'an sana Said (صعيد) demiş.. Elbette hem için temiz ve tahir, hem de dışın.
Mademki, Celcelutiyye sana Bedi' demiş. Bundan daha güzel medh ve bundan daha a'lâ ve ezka bir vasıf mı olur? Sen böyle nişanlar ve ihsanlarla bu asrın bir hidayet serdarısın. Bizler senin kadrini ve bu kıymetini bilemedik. Senin büyük kadrini ve şanını gelecek olan asırlar takdir edip, asıl menkıbe ve mersiyyeni yine onlar yazacaklar.
Âh... Ne olurdu, şimdi şu sayılı nefeslerini verdiğin şu anda, şu son deminde, huzurunda ve yanında bulunup, sana hizmet edebilse idim. Son kelamını ve son vasiyetini işitebilse idim. Hararetten kuruyan o mübarek ağzına sıcak bir fincan çay, birkaç damla su verebilse idim. Ağrıyan mübarek kollarını ellerimle tutup oğuşturabilse idim.
Risale't-ün Nur'un te'lifini tamam edip, neşrinin dahi esbabını te'min ve tanzim ederek ve talebelerinize, biz acizlere bırakarak ebediyete, Refik-ı A'laya ve Allah'a gidiyorsun. Âlem-i ervaha uçtuğunda bizi unutma.
Büyük ağabeyimiz ki, şanlı ve muhterem Şehid Hâfız Ali'dir. Ona ve bütün kardeşlere ve ecdada ve atalara ve evliyanın büyük ruhlarına bizden selâm et. Halet-i nez'imizde, ve berzahımızda, Ruz-i ceza ve mahkeme-i kübramızda bize şefaatçi ol..
Ah... Demek o su-i kastçılar, nail-i meram mı oluyor? Demek güzel yüzün, bize artık haram mı oluyor?
Ah... Ahbabın ağlayıp, a'danın güleceği böyle kara bir günü görmek istemezdik. Biz hep, halâsı bekler ve arardık. Demek onlara bayram, bize matem mi var. Biz dostlara ne diyelim, seni soranlara ne cevap verelim? Demek bundan sonra, seni bu dünyada şu baş gözümüzle bir daha görmeyecek miyiz? Artık vuslat, hasrete mi döndü? Öyle ise rüyamızda olsun bize görün dur. Kusurumuza bakma, âlem-i hayal ve menamda olsun teselli buyur. Biz senin terhisini ister ve serbest olmanı dilerdik, fakat öyle mevt tezkeresiyle değil. Yoksa ten kafesinden uçan can kuşunun, daha şen ve daha serbest; beden kınından çıkan o ruh kılıncının, daha parlak, daha keskin olacağını ve o vakit bize daha şefik ve daha rahim ve daha kurtarıcı olacağı için mi, ölümü arzuladın Üstadım.
Çünkü Hâfız Ali'yi evvelce yerine bedel göndermeye razı olduğun ve icra ettiğin halde, bu sefer hiç bir bedel ve feda da kabul etmiyorsunuz. Husrev gibi bir sevgilinin, senin yerinde ölmek teklifini red ediyorsunuz.
Demek göç ve sefer muhakkak mı Üstadım? Demek Hazret-i İmam-ı Ali'yi ağlatıp, Ömer'i şaşırtan, Ehl-i Beyti inletip, Medine-i Münevvere’yi karartan o hâl-i pür-melalin bir nümunesi, akıbet bizim garip başlarımıza da mı çöküyor? Pek vakitsiz pek erken değil mi Üstadım?
Sana bu mektubum acaba son mu olacak, diye titriyorum. Gerçi sen diyorsun; mektuba, şahsa ve söze ne hacet, bize uzaklık ve yakınlık yok, birimiz şarkda, birimiz garbda veya kabirde olsa, yine istediğimiz zaman görüşebiliriz. Evet, amenna, bu doğrudur. Fakat benim gibi körler ve körpeler ne yapsın Üstadım.
Otuz yıl evvel lemeatınızda yazdığınız:
"Yetmişinci olmuştur, o mezara bir mezar taş,
Beraber ağlıyor hüsran-ı İslam'a."
Hakikati bu muydu, böyle mi tecelli edecekti? Aziz canınızın canan eline, cemal güllerine ermesi bu dem mi idi?
Yirmi beş yıldır çekmekte olduğunuz çilelerden halâs ve necatınız böyle ölümle mi, ayrılıkla mı olacaktı? Acılar ve ağrılar çeken ve zehirler içen o mübarek kalbinizin istirahatı, böyle varıp kara toprağa yatmakla mı olacaktı?
Hiçbirimizin huzurunuzda hazır bulunmadan ve bu gözümüzle bir daha görmeden, yapayalnız ve hücra bir köşede bu ölümün, bu ufulün ne acı ve ne hazin... Günün birinde birdenbire Üstad ölmüş âh.. diye bir ses işitmek veya bir iki satırlık mektup almak, veyahut rüyada görüp pür-telaş uyanmak ve sarsılmak ne kadar elim Üstadım!
Mübarek vasiyetnamenizi görmek ve okumakla ve korkulu ve endişeli haberler gelmekle beraber, biz hâlâ bu irtihal ve mevt hâdisesinin bu kadar yakın bir zamanda vuku bulacağına inanamıyoruz. Hatta bunu şu surette te'vil ve hayır ile tefsir ederek, bunun eza ve işkencelerden ve esaretten kurtulması ve dirilmesi alametidir, diye telakki ediyoruz.
Evet, mademki, اِنَّكَ مَيِّتٌ وَاِنَّهُمْ مَيِّتُونَ var. Senin de bir gün olup öleceğini biliyoruz. Fakat böyle tenha ve garib, mesmum ve mağmum ve işkencelerle ve biraz da mevsimsiz olarak değil;
Yirmi beş senedir, seni hep menfalarda ve hep hücralarda arayan bu hicranlı gönüller, demek hiç mi gülmeyecek? Üç-beş sene, hatta bir senecik olsun, gözlerimizle serbest olarak, bu derdliler ve kimsesizler hiç mi görmeyecek?
Zehirli yılan ve akreplerin bile gezip dolaşmasına, vahşi ve kâfirlerin bile serbest yaşamasına açılan bu yeryüzü, yalnız sana mı yasak. Dünya kurulalı akan ve harlayan ve her zîruha helâl ve mübah olan gümüş gibi ırmak ve çayların tatlı ve serin suları, bağ ve bahçe ve gülistanları ve bunların türlü çiçek ve meyveleri yalnız sana mı memnu.
Çekilen ahlar yüzünden yalnız senin değil, yüzlerle yerinden delinen hepimizin ciğerlerimizin tamiri ve tedavisi kabil değil. Biz hep ağlayan bu beşeriyetin gözyaşlarının seninle, yani Risale-i Nur ile dineceğine, hep sızlayıp acıyan kalblerin, hâdim olduğun nurlarla teselli bulacağına bel bağlamış ve inanmıştık.
Böyle bir emr-i Hak vuku bulduğunda, seni nerede defn edeceğiz. Konya'da Hazret-i Mevlana' da mı? Civar-ı Hazret-i Eyyüb'de mi? Yoksa Cennetül Mualla veya Cennet-ül Baki'de mi? Bunu bize açıkça bildir.
Hayır Üstadım, gel biz seni Risale-i Nur tercümanı şahsiyetiyle gönlümüze gömelim. Her zaman seni orada görelim, görüşelim, her zaman sevelim ve sevişelim ve söyleşelim. Yahut bu ciheti
مَا قَبَضَ اللَّهُ نَبِيًّا اِلاَّ فِى الْمَوْضِعِ الَّذِى يَجِبُ اَنْ يُدْفَنَ فِيهِ
Hadis-i Âlisine havale ederek, vasiyetnamemizde onun için mi beyan ve tasrih buyurmadınız. Eğer böyle ise Emirdağ’ını intihab ve ihtiyar ettiğiniz anlaşılıyor.
Ah… O Emirdağı... Biz onun nasıl bir dağ olduğunu hâlâ anlayamadık. Ondaki esrarı hâlâ çözemedik. O dağ hakikaten Emirdağı mı? Yoksa esirdağı mı? O dağ (طاغ) bize bir dağ (داغ) oldu. O dağın vurduğu dağ (داغ) yine bizi dağladı. Onun dağı bizi yaktı, kavurdu. O dağ bizim bir dağımız üzerine binlerle dağ vurup, hepimizi dağdâr-ı hüzün ve elem etti.
Ah… O dağ yüz binlerle kardeşin yetim kalmasını kasdetti. Hepimizi diri diri ateşlere yaktı. Hasılı o dağ seni harab, bizi kebab etti üstadım. Ona emirdağı değil Emerdağı, eceldağı demeli. Seni aramızdan alıp kendine ve içine çeken o dağa, emirdağı değil, Emendağı demeli.
Ey اَوَمَنْ كَانَ مَيْتًا فَاَحْيَيْنَاهُ nefs-i rahmaniyesiyle dirilen Üstadımız!. Said öldü desek, inanırlarmı? Hem said ölür mü, ölen şaki ve hayvan değilmidir? Buyurduğunuz gibi bu ancak bir yer değiştirme ve muvakkat bir ayrılmadır. Fakat bizim için çok acı çok..
"Ey benim kıymetli babam" diye ağlayan Fatıma't-üz Zehra anamız gibi "Ey seyyidimiz, ey Üstadımız.. Va esefa, va kürbeta!" diye yaşlar döküp ağlıyoruz. O anamızın dediği:
صُبَّتْ عَلَيَّ مَصَائِبُ لَوْ اَنَّهَا عَلَى الأَيَّامِ صِرْنَ لَيَالِيًا
misillü biz de deriz:
Âh sevgili Üstadımız.. Üzerimize öyle musibetler çöktü ve döküldü ki; eğer o musibetler şu güneşli güzel gündüzler üzerine dökülse ve yağsa idi, gündüzler kararır, muhakkak gece olurdu. Artık bundan sonra yapacağımız bir şey varsa, o da “Semler içen, gamlar çeken Üstadınız göçtü bekaya, hasret kalan kardeşlerim, dostlarım size olsun elveda” deyip ağlamak hep ağlamak…
Üstadım, sen dünya lezzetini tatmadan, ömründe bir kere olsun bu fena güllerine el uzatmadan ve uzana uzana bir saat bile sıcak ve rahat döşeklerde yatmadan, akıbet bırakıp gidiyorsun. Şimdi biz Hacca't-ül Veda'sız böyle bir ölüme nasıl inanalım?
Ey Fahr-i Âlemin nurdan incisi,
Ey ehl-i İslâm'ın bir müncisi,
Gel, sana bir değil, bu sefer bin bedel verelim de şu rıhlet, şu hicret, şu hicran daha bir kaç sene sonraya kalsın. Hep beraber arz-ı Hicaz’a varalım. Ka'be'ye yüzler sürelim, bizi Arafat'a çıkar. Son sözlerini Hind'den, Yemen'den, Irak'tan, Afgan'dan ve dünyanın her yerinden o mahall-i mübarek ve mukaddeste toplanan bütün müslümanlara, bütün âşıklara ve bütün hicranlı gönüllere söyle, bize
(اَلاهَلْ بَلَّغْتُ) tekrarlayıp,فَلْيُبَلِّغُ الشَّاهِدُ مِنْكُمْ الْغَائِبُ derken, alem-i gayb ve ervaha işte oradan pervaz et. Mübarek cesedini alıp hürmetle Harem-i Şerif'e getirip, pâk olan vücudunu âb-ı zemzem ile gasl ederken, biz de bir taraftan hiç durmadan akan gözyaşlarımızla yıkanıp, arınalım.
Mübarek nâşını Risale-i Nur'dan yapılan ak kefene kat kat sarıp, misk-i anberle buhurladıktan sonra, öd ağacından yapılan hususi tabuta koyup, son defa olmak üzere, bir daha ellerini öperek Kabe-i Muazzama’nın kara perdesini de üstüne çekerek, Hacer-ül Esved huzuruna çıkalım. Ka'be avlusunda toplanan ve daireler şeklinde saf, saf dizilen yüz binlerle ehl-i iman ve melaike-i arz ve âsumana, o aziz ruhun imam olup cenaze namazını eda edelim. Arştan ve hatiften duyulan " nice bilirsiniz " sualine;
Fahr-i Âlemin nurdan bir incisi bu,
Ehl-i İslâmın büyük bir müncisi bu,
Şanında söylemiş Kur'an-ı Mecid, hep, فَمِنْهُمْ شَقِيٌّ وَسَعِيدٌ diye cümleten cevap verip, oradan başlarımız ve parmaklarımız üstünde, yalın ayak ve baş açık, arz-ı Hicazı velveleye ve dehşete salan tekbir ve tehlil sadaları ve meleklerin de çıkardığı yas ve matem sesleriyle, Medine-i Resulullah'a ve Ravza-i Mutahhara'ya الصَّلاَةُ وَالسَّلاَمُ عَلَيْكَ يَارَسُولَ اللَّه
İşte emanetin, işte Risale't-ün Nur'un kahramanı, işte Kur'an'da (Said) ve Hadiste (Seyyid) diye söylenen mübarek üstadımız diyerek, seni fahr-i Âleme sunalım. O nurani yeşil perdeler arkasında uzanan Muhammedimizin (S.A.V.) mahbubumuzun nur elleri, tabutunu kendine ve kabr-i saadetine çekerken, hepimiz bayılıp bir daha ayılmamak üzere, ALLAH na'rasıyla Ravza-i Pâk'e serilip ve
اِنَّا لِلَّهِ وَاِنَّا اِلَيْهِ رَاجِعُونَ
olup biz de canlarımızı cananımıza verelim ve
وَلَوْ اَنَّهُمْ اِذْ ظَلَمُوا اَنْفُسَهُمْ جَاؤُكَ فَاسْتَغْفِرُوا اللَّه وَاسْتَغْفَرَ لَهُمْ الرَّسُولُ لَوَجَدُوا اللَّه تّوَّابًا رَحِيمًا
sırrına erelim.
……………………………………………
Çekilip nur-u hidayet, yine zindan olacak
Yine firkat, yine hasret, yine hüsran olacak,
Yine sen, yaş yerine kan akıtıp ağla gözüm,
Çünki hicran dolu kalbim, yine hicran olacak.
Yine göç var diye, mecnuna haber verme sakın,
Yine matem, yine zâri, yine efgan olacak.
Açılan ol gül-ü tevhid, sararıp solsa gerek,
Kapanıp Ka'be-i irfan, yine viran olacak.
Haber aldım ki, yarın yâd olacakmış bize yâr
Ne büyük yare ki, kimler buna derman olacak,
Bu büyük dert-i elemden, kime şekva edeyim.
İşiten nâlemi, hep ben gibi nâlân olacak
O şifa-bahş olan envarını sen çeksen eğer,
Bana kim nur verecek, kim bana Lokman olacak.
O temiz pak nefsin âb-ı hayatı bu çölün,
Onu dûr etme ki, her ferd ona reyyan olacak.
Hele ol nur-u şerifin, kime değmişse eğer,
Küçücük zerre de olsa, meh-i tâbân olacak.
O lütufkâr, o keremkâr eli öptükçe, benim,
Bu küçük kalb-i hazinim, yine handan olacak.
Bab-ı feyzinden ırak olmayı asla çekemem,
Dahi nezrim bu ki, canım sana kurban olacak.
Nazarın erse, garib başıma ey nur-u hüda,
Bu gün artık bu hakir bende de umman olacak.
Bu anasır, yüzüne her ne kadar çekse hicab;
Yine haksın, buna şahid yine Kur'an olacak.
Kab-ı Kavseynden alıp dersimi, bildim ki ayân,
O güzel nur-u bedi' mânevi sultan olacak.
Sakınıp, Feyzi-i bîçareye bahs açma bugün,
Yeni baştan yine şeyda, yine giryan olacak.
İnzar Dergisi
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.