VE ŞUBAT VE ŞEHADET
Şubat ile şehadet arasında, sadece “ş ve t” benzerliği değil, keyfiyet benzerliği de var. Kışın sert koşulları gibi sıkılaşır Müslümanlar üzerindeki şartlar. Çember daralır her yandan. Ama aslında bahara en yakın aydır şubat. Çünkü hemen ardından gelir ma
ŞEHİD ŞEYH ZEKİ
Seyda’yı yazmak zordur. Ahirette bile karşılaşmaktan hayâ ederim kendisi ile. O, mükemmel bir hayat, tavizsiz yaşam karşılığında verilmiş bir can ile satın alınmış cennetlerin temsilcisi. Biz ise onu tanımış, sohbetlerinden istifade etmiş, tatlı şivesi ile verdiği vaazları dinlemiş, nükteli esprilerine tebessüm etmiş olmakla iftiharlananlarız. Ondan bu kadar çabuk ayrılacağımız aklımıza gelmiyordu. Yoksa her anımızı zabt u rabt altına alır ve şu an yazmaya çalışırdık.
Bazen Cizre’ye uğradığımda cennet mekân kabrine utana sıkıla, kan ter içinde uğrarım. Ağlar, emanete sahip çıkıp-çıkmadığımın hesabını yapa yapa, mazeretlerle ayrılırım kendisinden. Sonra arkama bakar, sanki söylemem gereken daha çok şey varmış da içimde biriktirdiğim veya Seyda’dan utandığımdan dolayı söyleyemediğim şeyleri uzaktan söylerim. Eğer kızarsa da uzaktan kızsın diye.
Hiç unutmam. Bir gün bir taziyeye beraber gitmiştik. Orada medrese imamları oturuyordu. Hepsi de medreselerde okutulan 12 ilmin tedrisinden bahsediyorlardı. Kendisi kulağıma eğilip, kısık bir sesle; “Mehmet Emin, aslında sen de 12 ilim mezunusun” dedi. Ben de aynı şekilde kısık sesle; “Seyda nasıl olur, ben medrese okumadım ki” diye cevap verdim. O ise “Sen de lisede Matematik, fizik, biyoloji, edebiyat vs. dersleri okumadın mı? İşte bu şekilde 12 ilim mezunusun” dedi. İkimiz de gülmüştük.
Yine bir başka sohbetimizde cemaate olan itaatten bahsetmişti bana. Hiç unutmam; “Cemaatin görevlendirdiği yedi yaşındaki bir çocuk beni kulağımdan tutup, çekiştire çekiştire istediği yere götürebilir” sözünü bizzat bana söylemişti. İnsan gözyaşlarını tutamıyor. Karşıdaki kişi bir tarikat şeyhi, bir âlim. PKK ile çatışma başlamadan önce, halk sokakta onu görse hürmet eder, ellerini öperdi. Böyle bir zatın söylediği sözler karşısında tabiri caizse mıhlanıp kalıyorduk.
Aslında yazacak çok şey var Seyda hakkında. Bazı projeleri vardı Seyda’nın. “Kürt milletinin Kürtçe bir tefsire ihtiyacı vardır” derdi hep. Bunu yapmayı hedeflemişti. Ama Kürtlüğe hizmet ettiklerini zannedenlerce bu projesini gerçekleştirmesine fırsat verilmeden 19 Şubat 1992’de şehid edildi. Eğer ömrü vefa etseydi, Kürtçe bir tefsir çalışması yapacaktı. Belki de bugün kendisine düşmanlık edenler de dâhil olmak üzere binlerce Kürd, bu tefsir sayesinde Kur’an’ı daha iyi anlayacaktı.
MUHAMMED SAİD BOZKURT
Şubat ayında (06/02/1973) doğup, Şubat ayında (20/02/1992) şehid olan Muhammed Said, İdil (Hezex)’in Bozburun (Zınarex) köyündendir. İdil’e okul okumak üzere gelmişti. Henüz küçük yaşlarda İslami dava ile tanıştı. Hep iyiydi ve iyilerle beraber bulundu. Bir tek halayda iyi değildi. İslami düğünlerin ilk örneklerine heyecanla gidiyorduk. Hepimiz halayda acemilik çekiyorduk. Bizler iyi kötü ayak uydursak da Said bir türlü halaya ayak uyduramıyordu. Ama Şehidler Kervanına çok çabuk ayak uydurdu. Ben şehadeti onun kadar arzulayanını görmedim desem abartmış olmam. Kendisine, bir arkadaşın onu rüyada şehid olduğunu gördüğünü söylediğimde, çok iştahlı bir şekilde “Keşke” diye cevap vermişti bana.
İdil’de yapılan baskılar sonucu tüm aşiretler gelip okulda okuyan çocuklarını öğrenci evlerinden köylerine götürdüler. PKK’nin şerrinden çocuklarını kendilerince koruyacaklardı. Said de bunlardan biriydi. Ailesi gelip onu köye götürdü. Bir hapis hayatı başlamıştı Said için. Ama kurtulması gerekiyordu. Nitekim o da öyle yaptı. Kardeşleri İdil’de ölüm ile burun buruna iken o öylece oturamazdı. Kapatıldığı yerden kaçtı özgürlüğe doğru. Dağlara vurup, Ferhad’ın Şirin’e koştuğu gibi şahadete koştu. Geldi İdil’e. İmdada yetişen biri edasıyla bir arkadaşın evinin avlu duvarından atladı içeriye. Pat diye düştü şahadeti bekleyen bir başka arkadaşının önüne. Sarıldılar. “Ben kaçtım, geldim abi” diyordu Said. Şehidler Kervanı daha yeni yeni yola çıkıyordu bölgemizde. İlk yolcularından biriydi Said.
Cenazelerimizi kaldıracak durumumuz olmadığı için çevre yerlerden kardeşlerimiz yardıma geliyordu. Bilenler bilir o günleri. Şeyh Zeki 19 Şubat’ta şehid olunca kardeşlerimiz Seyda’nın cenazesi için Cizre’ye akın ettiler. Sanki arkadaşlarımız bir daha rahatsız olmasın diye Said de kervana katıldı. O da hemen Molla Zeki’nin ardından şehid olmuştu bir sokakta. Yarım saat kalmıştı yerde. Onu hastaneye götüren olmamıştı. Bir balıkçı görmüştü yerde yatan Said’i. Yetiştirdiler sağlık ocağına. Bu arada akşam olmuştu. Soyismimiz onunki ile bir olmadığı için cenazemizi vermiyorlardı. Ancak ertesi gün ailesine haber verilebildi. O gece Said hastane odasında kaldı. Bu arada kardeşlerimiz Şeyh Zeki’yi Rabbi Rahim’e teslim edip bizim şehidi teslim etmeye gelmişlerdi. Sağlık ocağındaki Doktor Gadim Bey; “Ben bu kadar yıllık doktorum. Said kadar güzel bir ölü görmedim. Sanki kalkıp benimle konuşacak gibi duruyor.” diyordu. Haklıydı doktor, çünkü o ölü değil, Kur’ani deyimle diriydi. Konvoy aldı Said’i, teslim ettiler kutlu kervana.
ŞEHİD ABDUREZZAK BOZKURT
Farkin güllerinden bir güldü Abdurrezzak. Küçük yaşlarda babasını kaybetmişti. Onun için yaşının küçüklüğüne bakmadan hayata erken atıldı. İlk etapta batı illerine çalışmaya gitti. Bu şekilde ailesine yük olmadan kendi ayakları üzerinde durmaya çalıştı. Memleketine döndükten sonra Silvan’da faaliyet gösteren “Tebliğvanlarla” tanıştı. Allah hidayet nasip etti.
Ümmi, yani okuma yazması olmayan Abdurrezzak’ın önemli bir özelliği vardı: Samimiyet. Mus’ab b. Umeyr’in hayatını okumazsa bile onun gibi şehid olmasını bilen biriydi. Kısacası bu dava çok okumaya değil, kalbin derinliklerindeki o yüce duygulara bakıyor. Allah’ın kuluna olan muamelesi; suretinin güzelliği, kaleminin keskinliği veya ilminin fazlalığına göre değil, göğsündeki o et parçasında hissettiği ihlâsın derecesine göredir. İşte hepimizi Abdurrezzak’ın şefaatine muhtaç kılan bu olsa gerek.
Tarihler 14 Şubat 1993’ü gösterdiğinde, yeryüzü beyaz bir örtü ile kaplanmış, melekler saf saf kar tanelerini yere indirip, arşa yükselecek bir şehidin ruhuna selam durmuşlardı. PKK’nin silahlı saldırısına uğrayan Abdurrezzak, Allah’a “Lebbeyk” demişti.
ŞEHİD ŞEHMUZ BAYOL
1 Temmuz 1936’da Şanlıurfa’nın Viranşehir İlçesinde doğdu. TİGEM’de 25 yıl çalıştı. İbadetlerine düşkündü. Bu nedenle çevresi tarafında saygı duyulan bir kişiliği vardı. Oğlu Lütfi Bayol’un verdiği bilgiye göre aslında Şehid Şehmuz ilk etapta davaya mesafeliydi. Çünkü bölge halkının geneli gibi PKK’nin ağır baskısını o da hissediyordu. Ancak Hac farizasını yerine getirdikten sonra davaya bakışı değişti.
Lütfi Bayol bu hususta şunları dile getirir: “Bir gün yanıma geldi ve ‘Duyduğum kadarıyla PKK, senin peşindedir.’ dedi. Ben de ‘Biz sadece İslam’ı yaşamaya çalışıyoruz, bırak arıyorlarsa arasınlar.’ dedim. O da ‘Oğlum kendinize dikkat edin ve tedbirli davranın.’ diyerek nasihatlerde bulundu. Yine bir gün Susa Şehitliği’ni ziyarette bulunacaktık. Babama da gelmesi için teklifte bulundum. Hemen kabul etti. Ziyaret dönüşü ise ‘Maşaallah, Susa ziyareti bana Hac’daki kalabalığı ve heyecanı hatırlattı.’ dedi.
Oğlu Eyüp Bayol, babasının şehadet gecesini şöyle dillendirdi: “7 Şubat 2000 gecesi saat üç sularında kapımız çalındı. Uykudan uyandık. Elektrikleri kesmişlerdi. Benden önce babam kapıya vardı ve birkaç kez ‘Kim o?’ diye seslendi. Ama hiç ses çıkmadı. Babam kapıyı açtı. Kapının açılmasıyla silahların patlaması bir oldu. Bir dakika geçmeden elektrikler geldi ve babamın yerde olduğunu gördüm. Kendisine doğru yürümeye başladım ve o esnada maskeli timler beni duvara yaslayıp arama yaptılar. Babamı kendi arabalarıyla Ceylanpınar Devlet Hastanesi’ne götürdüler, oradan da Viranşehir Devlet Hastanesi’ne sevk ettiler. Beni de emniyete götürdüler. Orada gözlerimi bağlayıp koridorda beklettiler. O esnada kendi aralarında yaptıkları konuşmaya şahit oldum. İçlerinden biri ‘İhtiyar adamın ne suçu vardı. Bunu savcı beye nasıl anlatacağız.’ diyordu. Bir diğeri ise ‘Merak etmeyin buna bir kılıf uydururuz.’ dedi. Beni Şanlıurfa’da gözaltına aldılar. Sorgudan sonra mahkemeye çıkarıp cezaevine götürdüler. Ben cezaevinden çıktıktan sonra ağabeylerimle dava hakkında konuştuk. O gece babamı hastaneye götürmüşler ve eline de silah tutuşturarak olaya çatışma süsü vermişler. Daha sonra Ceylanpınar Savcısı olay yerine giderek incelemelerde bulunmuş. Orada kalabalığın önünde bu olayın çatışma olamayacağını ifade ederek ‘30 cm alanda çatışma olmaz.’ demiş. Ardından bununla ilgili tutanak da tutmuş. Bizimkiler de şikâyetçi olduğu için olay Şanlıurfa Ağır Ceza Mahkemesi’nde devam etmiş. Ancak polislerin babamın eline tutuşturduğu silah onların lehine delil olmuş. Mahkeme günü yakınlarımız da mahkemede hazır bulunmuşlar. Mahkeme devam ederken dışarıdan biri kapıyı tekmeleyerek içeri giriyor ve yetkililere bağırarak ‘Bu ne mahkemedir, biz her öldürdüğümüz adam için mahkemelik mi olacağız?’ demiş.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.