Yeryüzünün halifesi olmak…

Yeryüzünün halifesi olmak…

“Rabbin meleklere “Ben yeryüzünde bir halife var edeceğim” demişti; melekler, “Orada bozgunculuk yapacak, kanlar akıtacak birini mi var edeceksin?

“Rabbin meleklere “Ben yeryüzünde bir halife var edeceğim” demişti; melekler, “Orada bozgunculuk yapacak, kanlar akıtacak birini mi var edeceksin? Oysa biz Seni överek yüceltiyor ve Seni devamlı takdis ediyoruz” dediler; Allah “Ben şüphesiz sizin bilmediklerinizi bilirim” buyurdu.” (Bakara Sûresi 30)

Halife, tevzif hakkına sahip kişidir. Tevzif; kişileri idare etmek, işleri onlara bırakmak, onlara vazifeler vererek onları icraatlarla görevlendirmektir. Dolayısıyla halife yönetendir. Yeryüzünün halifesi olmak ya da kavramın asli şekliyle Halifetü’l-Arz olmak, yeryüzünü yönetim hakkına sahip olmaktır. Yeryüzündeki varlıklar konusunda tasarruf sahibi olmaktır.

Yeryüzündeki varlıklar; madenler, bitkiler ve hayvanlardır. Yeryüzüne halife olmak, bu varlıklar üzerinde tasarruf hakkına sahip olmaktır. Yeryüzünün halifeliğinin bir yanı buraya bakar.

Diğer yanı ise farklı: Yeryüzündeki varlıklar hiyerarşisinin tepesinde insan vardır. İnsan, insan olmakla halife olur. Ancak bir de insanların de halifesi olmak söz konusudur ki bu yeryüzünün halifesi olmaktaki en üst mertebedir ve kendisine has koşullara sahiptir.

Yüce Allah’ın işleri hikmet üzere bina olmuştur. O’nun verdiği vazifelerle sağladığı imkânlar arasında daima uyum vardır.

Yüce Allah, insanlığı temsilen Hz. Adem aleyhisselam’a hilafeti verip onu kendi hâlinde bırakmadı.

“Ve Âdem’e bütün isimleri öğretti. Sonra bunları meleklere gösterip “Sözünüzde doğru iseniz şunların isimlerini bana söyleyin” dedi.” (Bakara Sûresi 31)

İsimlerden bir kasıt da fıtrata yerleştirilen bilgi edinme kabiliyetidir. İnsan, yeryüzünde tasarruf edebilmek için bilgi edinebilecek bir hulkiyet üzere yaratılmıştır.

“Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün art arda gelişinde temiz akıl sahipleri için gerçekten ayetler vardır.” (Al-i İmrân Sûresi, 190)

İnsan, aynı zamanda akılla nimetlendirilmiş ve kendisine verilen tabii aklı, tecrübi akılla tamamlama kabiliyeti ile donatılmıştır.

Bu hususiyetler, insanı tabii olarak yeryüzündeki sair varlıklardan üstün kılar, ona halifelik vazifesini yapma kuvveti verir. Her insan, tabii olarak bu kuvvete sahiptir.

Yüce Allah, insanı aklıyla da baş başa bırakmamış; ona yol göstersin diye Peygamberler göndermiş, onu vahiyle de desteklemiştir.

İnsan, fıtratına yerleştirilen öğrenme kabiliyetini, vahiy ve aklıyla buluşturduğunda artık ne ölçüde güçlü bir iradeye sahip olursa yeryüzüne o ölçüde hükmeder.

İnsanın tabiatındaki öğrenme kabiliyeti ve aklın vahiyle desteklenmesi, sadece mü’minler için değildir. Kâfirler de vahiyden istifade etmişlerdir. Peygamberlerin yol göstericiliğinden dolaylı olarak da olsa yararlanmak söz konusu olmazsa insanlığın bugün bulunduğu bilgi düzeyine hiçbir şekilde kavuşması mümkün olmazdı.

Kafir, bilgi kaynaklarını kullanarak yeryüzüne hükmederken yeryüzündeki varlıklardan hırsları, çıkarları ve makamı için istifade eder.

“Nefse ve ona düzen verene,

Ona kötü ve iyi olma yeteneklerini yerleştirene ki

Nefsini arındıran elbette kurtuluşa ermiştir.

Onu kötülüklere boğan da ziyan etmiştir.” (Şems Sûresi, 7-10)

Ayet-i Kerimesi’nde beyan olduğu üzere insan, iyilik ve kötülük konusunda tercih yapabilen bir varlıktır.

Kafir, kendisine verilen iradeyi kötü yönde kullanır; yeryüzünde tasarrufta bulunurken haram-helal ayrımı yapmaz. Bu, azgınlığın ilk aşamasıdır ve insana verilen hilafet görevinin ilk aşama suiistimalidir.

Kafirin azgınlığı bununla sınırlı değildir:

Kafir, insan dışındaki varlıklardan istifade ederken sınır tanımadığı gibi hakimiyet alanını daha da genişleterek insan üzerinde mutlak bir tasarrufa dönüştürür. İnsanları bir nesne konumuna düşürüp onları kendi kulları hâline getirmeye çalışır. Kendini onlardan üstün görür, onları yüce Allah’a kulluktan, kula kulluğa yöneltir.

Kafirin hükmettiği insanların kendi hilafet makamlarını unutmaları ve kafire itaat etmeleri durumunda kafir daha da azgınlaşarak haddini daha da aşar, kendisini yeryüzünün haşa ilahı gibi görür.

O bütün bu azgınlıklarıyla yeryüzünde halife değil, gasıp konumundadır, idareyi zulmen işgal etmiştir.

Mü’minin tavrı ise çok farklıdır:

Mü’min öncelikle, kendisinin yeryüzünün halifesi olduğuna inanır. Kendisinin yeryüzünde tasarruf sahibi olduğunun farkındadır. Bu tasarrufu hiç kimseye kayıtsız şartsız veremeyeceğinin de bilincindedir.

Mü’min; Allah muhafaza tasarruf hakkını kayıtsız şartsız başkasına verirse, iradesini tatil ettiğinden isyana düşeceğini bilir. O, yeryüzünü ya Rabbinin dilediği şekilde kendisi yönetecek ya da Rabbinin dilediği şekilde yönetecek birilerinin yönetimine bırakacaktır. Bu ikisi dışında onun bir seçeneği yoktur. Yeryüzündeki varlıklar üzerinde tasarruf hakkından ancak bu tasarrufu Hakk’a tabi olan birine vermek şartıyla vazgeçebilir.

O, yeryüzündeki varlıklardan istifade konusunda duyarsız kalamaz. Onların tasarrufunu yeryüzünde ilahlık taslayan dünyevilere bırakamaz. Bırakırsa asi olur.

Bırakmadığında ise kendisinin yeryüzü hilafetinin sınırlarını tanır; o sınırları aşmaz. Üstad Mevdûdî, mü’minin bu hilafet görevi şuurunu şu misal üzere açıklar:

“Bir kimse, bir başkasını mülküne naib ve vekil tayin etse şu dört durum söz konusu olur:

1.Mülkün asıl maliki mal sahibidir. Mülk, uhdesine tevdi edilen kimsenin değildir.
2.Vekil kılınan kimse, mal sahibinin emrettiği ve tarif ettiği şekilde mülkte tasarruf edebilir.
3.Vekilin bağlılık sözünü bozup hareket alanı için çizilmiş olan sınırları aşması doğru değildir.
4.Vekil, mülkteki işleri kendi arzusuna göre değil de mal sahibinin istediği gibi yapmak zorundadır.”

“Mevdûdî’ye göre bu dört şartın tamamı niyabet (vekalet) kelimesine dahildir. Bu şartlardan biri dahi yerine getirilmezse niyabet (vekillik) yapılmamış olur. Bu dört şey hilafet kelimesinin özünde buluşmuştur.”

Bu izahtan anlaşılacağı üzere mü’min, yeryüzüne halife olmaktan kasttan; yeryüzünde kendisine verilen cüzi irade ölçüsünce yüce Allah’ın emirlerini icra etmeyi anlar. Bu icranın kapsamında yeryüzünün nimetlerini gasıplara bırakmamak da vardır.

Başka bir ifadeyle Allah’ın emirlerini icranın kapsamı, yeryüzünde insan dışındaki varlıklarla sınırlı değildir. Mü’min, kendisi için bir varlık edinip onunla yetinemez. Kendisini Allah’a teslim edip sair insanları kendi hâline bırakamaz. Onun halifeliği insanlar üzerinde onu hak ölçüsünce tasarruf sahibi kılar. Daha açık bir ifadeyle kişi, mü’min olmak ve imanının gereğini yerine getirmekle insanlığa hükmetme, insanlığa imam olma namzetliğini hak eder. Daha doğru bir ifadeyle o namzetliği mecburen hasıl olur.

Bu açıdan;

1.Her mü’min, kendisini yeryüzüne hâkim olma hakkının tabii bir sahibi hatta yeryüzünü yönetmekle vazifedâr olarak görür.
2.Yeryüzünün hakimiyeti mü’minlerde ise, sair mü’minler nakibdirler/müfettiştiler. Mü’min idarecinin idareyi hak üzere sürdürmesini sağlamakla mükelleftirler. Yeryüzünü doğru yönetiyorsa onu desteklerler, yanlış yönetiyorsa onu azledip ondan daha iyisini yerine getirmek için çalışırlar.
3.Yeryüzünün hakimiyeti kafirlerde ise mü’min, nakib/müfettiş olmakla yetinemez. Mü’minler, yeryüzünün hakimiyetini onlardan alıncaya kadar mücadele etmekle mükelleftirler.

Yeryüzü, nimetlerle donatılmış ve insana o nimetlere sahip olma yeti ve hırsı verilmiştir. Öte yandan insan, nimeti bulunca isyana da meyyaldir.

Bu hâl, mü’min için yeryüzü hilafeti meselesini, sürekli bir takip ve mücadele alanı hâline getirir. Mü’min, bu takip ve mücadeleden geri duramaz.

Mü’minler, yeryüzünün önderleridir. Mü’minlerin önderleri ise Peygamberlerdir. Peygamberler, yeryüzünü gasp edenlere karşı nasıl mücadele etmişlerse sair mü’minler de öyle mücadele etmek zorundalar.

Mü’min kendini insan ve mü’min olarak, yeryüzünü tasarruf hakkından müstağni göremez.

İnsan, insan olmakla yeryüzüne hükmedebilir; yeryüzünün nimetlerinden yararlanabilir. Ancak insanın insanlara da hükmetme hakkına sahip olması, basit insani halifeliği aşarak imameti gerektirir.

İmametin ilk koşulu, İslam olmaktır. Dolayısıyla yeryüzünde insanlığın imameti anlamında halifelik sadece Müslümanlar içindir.

İmametin diğer bir koşulu ise akıl sahibi olmaktır.

Müslümanlar, akıllarını tatil edip de yeryüzünde kafirlerin hükmetmesine göz yumamazlar. Yeryüzüne hâkim olmak için;

1.Kendilerine verilen fıtrattaki öğrenme kabiliyetinden
2.Kendilerine bahşedilen akıl nimetinden
3.Kendilerine Hz. Peygamber üzerinden gönderilen vahiyden
4.Hz. Peygamberin kendilerine öğrettiği önderlik tarzından
5.Ümmetin tevhid ehli olarak Hz. Peygamber’den önceki ve tevhid ehli içinde Müslümanlar olarak Hz. Peygamber’le beraber edindiği tecrübeden yararlanarak yeryüzünün iktidarını ele geçirmeye çalışmakla mükelleftirler.

Aksi hâlde kendilerine verilen Halifetü’l-Arz vazifesini ihmal etmiş olurlar ve yaptıklarından dolayı Allah katında ceza görürler.

Yüce Allah, zalimlerin yeryüzündeki hakimiyetini tasvip etmez. İradesini O’na itaatten yana kullanan mü’min de yeryüzünün hakimiyetinin zalimlerin elinde olmasını tabii bir hâl veya haşa cebri göremez, onaylayamaz, ona alışamaz. Ona alışmak, yeryüzünün halifeliğinden istifadır ki mü’mine böyle bir istifa hakkı verilmiş değildir.

Mü’min, kafirin yeryüzü hakimiyetinin Allah’ın verdiği bilgi, akıl ve vahiy nimetini suiistimal ederek saʿy etmenin (çalışmanın) ürünü olduğunu bilir. Kendisine düşen ise aynı nimetlerden hakkıyla istifade ederek yine saʿy etmektir, yani çalışmaktır. Bundan kaçış söz konusu değildir.

Dr. Abdulkadir Turan

Kaynak:Haber Kaynağı

HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.