Yitik Fidanlar
Kimseyle düşmanlığımız yoktu. Kavgamız da yoktu. Vurdular işte. Yüreğimize ateş düşürdüler. Kökünden söktüler fidanımızı.
Daracık sokaklardan ilerlerken iç içe geçmiş, fukaralığın ve sadeliğin nakış nakış duvarlarında iz bıraktığı her türlü gösterişten sıyrılmış manzaralı evlere bakmadan edemiyordum. Birbirlerine sırtlarını sıkıca dayayan yığınaklar modern hayata isyan ediyordu. Görünmez ruhları hareket etseydi ve dile gelselerdi kim bilir derinlerindeki duyguları nasıl bir edayla haykıracaklardı. Sırtlarını birbirlerine dayamış evlere dikkatlice bakarken Müslüm;
-Valla daha önce bir kere gelmiştim! İnşallah evi çıkarırız.
Kimi sokakların darlığı zar zor bir arabanın geçişine izin veriyordu. Ağızlarına kadar çocuk doluydu sokaklar. Oyun sahaları, parkları ve yerleri olmadığı için sokaklara dökülmüşlerdi. Ara sıra sokakta peyda olan bir araba görünce oyunlarına ara verip kenara çekiliyor, araba geçtikten sonra yerlerine dönüp kaldıkları yerden devam ediyorlardı. Şehrin sokakları insanlarla dolu olduğu gibi kahveleri de doluydu. İşsiz güçsüz erkekler boş işlerle zaman öldürmede yarışıyorlardı. Derken sesindeki belirsizlik birden bire güçlü bir ümide dönüşen Müslüm:
-Buldum Abi! Doğru gelmişiz! Tam da burası! dedi.
Bahçe kapısı açıktı. Küçücük bahçede oyun oynuyordu çocuklar. Ev iki katlıydı. Çocukların arasından ilerlerken hiç biri oralı olmadı. Kapılardan sağdakini çaldı Müslüm. Biraz bekledikten sonra yaşlı bir adam kapıda belirdi. Müslüm’ü tanımıştı. İçeri buyur etti. Uzatılan elini tutup öptük. Alnımızdan öptü. Sımsıcak iletişim vardı gözlerinde. Acıyla karışık muhabbet dalgaları yayıyordu etrafa!
Mütevazi bir odası vardı. Yanında da küçük bir mutfağı.
-Hoş geldiniz evlatlarım. Çoktandır kimseler kapımı çalmıyor. Allah razı olsun! Sizler de olmazsanız ne yapabilirim ben?
Çay yapmak için yerinden doğruldu. Elinden tutup yerine oturttu Müslüm. Çayı ocağa koyup yerine döndü. Alnı kırış kırış olmuş hayatın zor ve zahmetli koridorunda büyük acılar yaşamış bu yaşlı çınarı bir an önce dinlemek istiyordum. Bazı şeylerini Müslüm’den duymuştum. Ancak onun anlatımıyla acılarını ve sıkıntılarını duymak istiyordum. Merakımın zirve yaptığını bilen Müslüm, Mustafa Amcayı konuşturmak için bir iki manevra yaptı. İsteksizdi. Kabuk bağlamış acılarını kanatmak istemiyordu. Ancak gözlerimde parıldayan iflahı zor merak onun da dikkatlerinden kaçmamıştı. Elini alnına götürüp hafifçe kaşıdı. Gözlerini ovdu. Kısa bir duraklamadan sonra anlatmaya başladı:
“Allah, bana üç tane pırlanta gibi evlat vermişti! Muhammed 19, İbrahim 17, Hasan 15 yaşındaydı. Evimizin iki sokak ötesinde cami vardı. Çocuklar küçük yaşlardan beri namazlarını kılıyorlardı. Camiye gidip Kur’an öğrendiler. Bir müddet sonra Kur’an dersi vermeye başladılar. Camiye bağlılıkları beni de bağlamıştı. Muhammed ile İbrahim’in gece namazına kalktığını görünce çok utanmıştım. Anneleri de utanmıştı. Onlarla birlikte bizde kalkıyorduk. Önceleri namaz konusunda gevşektim. Ancak onlardaki azim, beni de sıkıca sarmış namaza bağlamıştı.
Mahallemiz her geçen gün karışıyordu. Kan dökülüyor, insanlar öldürülüyordu. Evimize gelen kaynım, çocukları camiye göndermekten vazgeçmemi istedi. Sebebini sordum. Camilerde sofiklerin çocukların beynini yıkadığını, ellerine önce Kur’an, sonra da silah verdiklerini söyledi.
Camideki gençleri tanıyordum. Hepsi birer melek gibiydi. Kaynımın bu sözlerine tepki gösterdim. Onları tanıdığımı, melek gibi olduklarını söyledim. Kabul etmedi. Tepki gösterdi. Karşı çıktım. Bağırdım. O da bağırdı. Öfkemin şiddetini görünce çekip gitti. Söylediklerine inanmazsam da içime şüphe düşmüştü. Camideki gençleri izlemeye başladım. İhlas ve samimiyetin dışında bir şey göremedim. Çocuklarımın camiye gitmelerinden ve camideki gençlerle birlikte ders vermelerinden haz alıyordum. Daha fazla çalışmaları için teşvik ediyordum.
Bir gün yatsı namazından dönerken yanıma iki genç yanaştı. Çocuklarımı camiye göndermememi, orada Hizbullahçıların bulunduğunu, tehlikeli olduklarını, onlardan uzak kalınmasını, aksi takdirde cezalandırılacağımı söyledi. Gençlere tepki gösterdim. Ayrılıp gittiler. Bu tehdit diken gibi içime batmıştı. Çocukların eve dönmesiyle durumu anlatım ve dikkatli olmalarını, geceleri evin dışına çıkmamalarını, okula ve camiye giderken yalnız gitmemelerini söyledim.
Birkaç gün geçti. Hiçbir gelişme yaşanmadı. Her şey normale dönmeye başlamıştı. Evimizin önünde küçük bir bakkal dükkânımız vardı. Dükkânda oturuyordum. Öğle olmamıştı. Dükkâna gelen hanım büyük bir telaşla;
-Muhammed! Muhammed! dedi.
-Ne oldu Muhammed’e!
-Muhammed! hastahane! diyebilmişti. Gerisini getiremedi. Dükkândan sokağa fırladım. Hanımla birlikte caddeye çıktık. Bir taksiye atlayıp hastahaneye gittik. Hiç birimizden en küçük bir ses çıkmadı. Hastahanenin önünde camiden arkadaşlarının ağladığını görünce durumu anlamıştım. Sandalyeye yığıldı annesi.
Kimseyle düşmanlığımız yoktu. Kavgamız da yoktu. Vurdular işte. Yüreğimize ateş düşürdüler. Kökünden söktüler fidanımızı.
Dayısı geldi. Ağlamanın boğazımızda düğümlendiği ve gözlerimizden sicim sicim yaşların boşaldığı taziyenin sıcak günlerinde bize teselli vereceğine dırdır etmeye başladı.
-Çocukları camiye gönderme demedim mi? Göndermeseydi Muhammed öldürülmeyecekti. Camiye gönderip Hizbullahçılara kurban ettin çocuğu!
Bu sözleri duyunca yerimden doğrulup yakasına yapıştım;
-Oğlumu sen öldürdün! Katili sensin! Defol git evimden. Sen dayı değil, düşmansın! Dedim. Çekip gitti. Kalbinde zerre kadar merhamet duygusu yoktu. Çehresinde en küçük bir üzüntünün izi bulunmuyordu. Yatıp kalkıp “parti” diyordu.
Taziyeden sonra İbrahim ve Hasan’ı çağırdım. Camiye gidebileceklerini, ancak dikkatli davranmalarını, İslam düşmanlarına karşı uyanık olmalarını istedim.
PKK’nin diğer iki fidanımı hedef alacağı korkusuyla yaşarken bu sefer sıra devlete gelmişti. Camiye baskın düzenleyip çocukları götürdüler. Birkaç ay içeride tutup bıraktılar. Onların hesabına göre bir daha camiye ayak basmayacaklardı. Ancak zindandan çıktıkları gibi camiye gittiler. Cami derslerine devam ettiler. Daha fazla çalışıyor, gençleri daha iyi cezp ediyorlardı. Hem PKK hem de devlet gelişmelerden rahatsızdı. Her ikisi de gençlerin camiye gitmesini istemiyordu. Sokaklarda ve caddelerde serserilik yapmalarını, uyuşturucu kullanmalarını ve bozulmalarını Müslümanca yaşamaya tercih ediyorlardı.
Bir gece evimiz baskına uğradı. Kapıya yanaşan polis, İbrahim’i alıp gitti. Nereye götürüldüğü söylenemedi. Ertesi gün karakolları aradığım halde izine rastlamadım. O gün bugündür İbrahim tutukludur.
Bir biz kalmıştık bir de Hasan! Camiyi seviyordum, ancak cami yolunda iki fidanımı vermiştim. Hasan’ın başına bir şeyin geleceğinden korkuyordum. Bir müddet camiye gitmemesini, iki abisini camiden dolayı bizden aldıklarını söyledim. Hasan ısrar etti. “Cami Allah’ın evidir. Burayı nasıl terk edebilirim” dedi. Fazla üstüne gitmedim. Ancak üçüncü çocuğunu da annesinden almaları durumunda yaşayamayacağını söyleyip camiye gitmemesi için bastırıyordu. Beni ve annesini memnun etmek için birkaç gün camiye gitmedi. Annesinin ellerine kapanıp çok sevdiği camiye gitmesi için izin vermesini istedi. Israrcı davranmaması için annesine telkinde bulundum.
Camiye devam etti Hasan! Tehditler de devam etti. Kimi zaman polis tarafından yakalanıp serbest bırakıldı. Bir gece Hasan evde yokken baskın yapıldı. Hasan’ı arıyorlardı. Polisin yanına gidip “Oğlumun suçu ne?” diye sordum. Polis “Bilmiyorum! Ancak camiyi irtica merkezine çevirdikleri söyleniyor” dedi.
Bir daha dönmedi Hasan! Üç çocuğundan uzak düşen anne kahrından yataklara düştü. Hastalandı. Sıkıntılar çekti. Gördüğünüz gibi oğlunun biri yer altında, biri Karadeniz’de bir zindanda, biri de yıllardır hicrette! Küçük bir haberi uzun süre bekleyen annenin kalbi uzun süre dayanamadı. Bir başımayım bu küçük evde. Ne İbrahim’den haber var, ne Hasan’dan. Çocuklarımı evlendirip torunlarımın ellerinden tutarak gezdirme ve camiye götürme yüreğime yapışan koca bir hasrete dönüştü. İşte budur benim içimde kazan gibi kaynayan yara. Budur her gün yarama tuz gibi acı veren hikaye” (Hürseda Haber)
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.