Zekatla Toplumları Sükunete Eriştirmek
Müslüman her şeyden önce şunu bilir ki, sadaka, zekat veya infak olarak başkalarına veregeldiği her şeyin asıl ve yegâne sahibi Allah Teala’dır.
Müslüman her şeyden önce şunu bilir ki, sadaka, zekat veya infak olarak başkalarına veregeldiği her şeyin asıl ve yegâne sahibi Allah Teala’dır.
“... Bizim kendilerine rızık olarak verdiğimizden onlar infak ederler.” (Bakara S:3)
“Ey iman edenler! Gerek kazandıklarınızın, gerek sizin için yerden çıkardıklarımızın temizlerinden infak edin!” (Bakara S:267)
Evet, O’dur hep veren. Bunu böylece bilir Mü’min olan ve hiç unutmaz.
Dilediğine verir ve dilediğinin elinden çeker alır. Dilediğinin rızkını genişletir ve dilediğininkini daraltır. Bütün bunlardan dolayı da hiç kimse O’nu sorgulayamaz.
Ve yine Mü’min bilir ki, eğer O birilerine mal vermiş, mülk vermiş, rızıklarını genişletmişse bunu onlardan korktuğu için yapmamıştır.
Ve yine birilerinin elinden çekip almış ve rızkını daraltmışsa, yokluğundan böyle yapmış değildir.
Demek ki birilerine zekat veya sadaka vermeye hazırlanan Mü’min öncelikle şunu bilmeliymiş ki, mülkün yegâne sahibi Allah Teala’dır ve kendisine verdiği bu mülk, genişletilen bu rızık sırf imtihan içindir.
Bilinmelidir ki, Allah Teala kime ne vermişse imtihan için vermiştir ve verilen herşeyin mutlaka hesabı sorulacaktır.
İbni Abbas (r.a) rivayet ediyor. Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz iki arkadaşıyla (Ebubekir, Ömer) birlikte Ensardan Ebu Eyyub’un evine gittiler. Zevcesi: “Merhaba Allah’ın Nebisi ve yanındakiler!” dedi. Bu arada Ebu Eyyub geldi ve üzeri hurmayla dolu bir dalı kesip getirdi. Rasûlullah (s.a.v): “Bunu bizim için niye kestin, meyvelerinden toplasaydın ya?” buyurdu. Ey Allah’ın Rasûlü, hem yeni yetişeninden, hem olgunundan ve hem de kurusundan yemenizi arzu ettim” dedi. Sonra bir oğlak kesti, yarısını kebap yaptı, yarısını pişirdi ve huzur-u Nebevi’ye getirip koydu. Nebi (s.a.v) biraz aldı, yufkaya koydu ve: Ey Ebu Eyyub! Bunu Fatıma’ya yetiştir, zira o böylesini günlerden beri tatmadı, buyurdu. Ebu Eyyub da götürdü. Rasûlullah (s.a.v): ‘Ekmek, et, taze, kuru ve olgun hurma!’ buyurdu ve mübarek gözleri yaşardı: Nefsim elinde olana yemin ederim ki işte bu, sorulacağınız nimettir!” buyurdu ve daha sonra “Sümme letüs’elünne yevmeizin aninna’iym - Sonra, o nimetlerden andolsun ki hesaba çekileceksiniz!” ayetini okudu. (İbni Hibban, İbni Merduyeh)
İşte, aynı zamanda bir devletin başında bulunan Allah Rasûlünün ve ehli beytinin normal yaşantıları.
Karun Mantığı
Kafir ve Mü’min arasındaki en önemli fark işte bu noktada kendisini göstermektedir. Büyük servetlerin sahibi olan Kârun’a “Allah’ın sana verdiği gibi sen de başkalarına iyilik yap” denildiği zaman o bütün kerameti kendisinde görüp “Ben bütün bu serveti sahip olduğum bilgiyle elde ettim” demiştir.
Bu mantık, dünkü ve bugünkü bütün kodaman kapitalistlerdeki mantıktır. Mevcud servetlerini nasıl elde ettikleri sorulduğu zaman hiç birisinin ağzından “Allah verdi, Allah’ın bir lütfu!” sözünü işitemezsiniz onlardan.
Günümüzün karunlarıyla yapılmış söyleşilere şahid olmuşsunuzdur mutlaka televizyonlarda veya gazetelerde. Bugünkü konuma nasıl geldiklerine, servetlerini nasıl elde ettiklerine dair sorulara cevap verirlerken onları hep ataları Karun gibi aynı kasıntı içinde görürsünüz. Bütün keramet kendilerindedir, sahip oldukları engin tecrübelerdedir, sanayinin ve ticaretin püf noktalarını biliyor olmalarındadır her şey.
Fakire Verdiğin, Zaten Fakirin Hakkıydı
Zekat, infak ve sadaka gibi her türlü verme ibadetindeki bilinmesi gereken ikinci önemli nokta şudur ki; bu mal ve rızık zaten fakirin hakkıdır. Allah Teala bu gerçeği Hac Suresi 36. Ayeti Kerimede bize şu şekilde hatırlatır: “İstemeyen fakire de istemek zorunda kalan fakire de yedirin. Şükredesiniz diye onları böylece sizin hizmetinize verdik.”
İnsan, eğer zengin olmuşsa, diğer insanlarla yaptığı ticaretten ve maddi ilişkilerden dolayı zengin olmuştur ancak. İnsanlar arasında mal, emek ve nakit değişiminden dolayı kazanç elde edilebilir, zenginleşebilir ve zekat verebilecek seviyeye gelebilir. Bugün fakir durumda bulunan nice insanla yaptığı alış-veriş ve diğer muameleler neticesinde mevcut servetinin oluştuğunu gözünün önüne getirmelidir.
Mü’min, karşısındakine zekat verirken, yardım ederken işte bu gerçeği göz önünde bulundurmalı ve “Zaten beni bu şekilde zenginleştiren sizlersiniz, sizlerle yaptığım alış-veriş ve muamelelerden dolayı zenginleştim, yani bu mal ve mülk zaten sizden geçti bana, buyurun bir kısmını size geri iade ediyorum...” düşüncesiyle vermelidir.
Zekatı verilmeyen, içerisinden bir bölümü fakirlere aktarılmayan mal haram maldır, kirli maldır. Onun için Rabbimiz bu ibadeti zekat olarak isimlendirmiştir. Zekat demek temizlemek demektir, tezkiye demektir. Başkalarının malını kendi malı içerisine karıştırmak ne ise, başkalarının malını gasp edip sermayesine katmak ne ise, fakirin hakkını vermemek suretiyle malının içerisinde alıkoymak da aynı şeydir.
Bundan dolayıdır ki, başkalarının malını alıp kendi malı içerisine karıştırana nasıl müdahele edilip geri alınıyor ve asıl sahibine iade ediliyorsa, İslam’ın devlet olduğu bir beldede de aynı şekilde zekat vermeyen insandan zoraki zekat alınır ve asıl sahipleri olan fakirlere ve verilmesi gereken diğer yerlere verilir.
Allah Teala insanları gerek fiziki açıdan ve gerek akıl ve zeka bakımından farklı derecelerde yaratmıştır. Hakîm ism-i şerifinin bir tecellisi olarak herkesi farklı güç ve kuvvette, farklı güzellikte ve farklı zekalarda yaratmıştır. Bünyeleri farklı olduğu gibi kendilerine verilen mal, mülk ve rızık bakımından da birbirlerinden farklıdırlar. Fakat şu bir gerçektir ki, herkes kendilerine ne kadar verilmişse o kadarından hesaba çekilecektir.
Allah Teala buyurur ki: “Onların dünya hayatındaki maişetlerini aralarında biz taksim ettik ve bir kısmını diğerinin derecelerle üzerine çıkardık ki bir kısmı bir kısmını tutsun çalıştırsın. Rabbinin rahmeti ise onların toplayıp durduklarından daha hayırlıdır!” (Zuhruf 32)
Eğer bütün insanlar yaratılış bakımından ve özellikle kendilerine verilen mal, mülk ve rızık bakımından eşit olsalardı, hepsi birbirinden müstağni olur, kimse kimseye muhtaç olmaz, kimse kimseyle bir ilişki ve münasebet kurma ihtiyacı duymazdı. Yani insanlar arasında hiçbir bağ bulunmaz ve yeryüzü yaşanılır olmaktan çıkardı. Bu ve daha bizim bilmediğimiz bir çok sebeptendir ki, Hakîm olan Allah insanları birbirlerine muhtaç olacak şekilde, birbiriyle bağlantı kurma zorunda kalacak şekilde yaratmıştır.
Tarih boyunca kendilerine diğer insanlardan fazla mal verilenler ve rızkı geniş tutulanlar, bu konuda Allah’ı tanımışlarsa, Allah’ın hikmetini ve cilvesini anlamışlarsa, öncelikle bütün bunları bu şekilde verenin Allah olduğunu bilmişler ve bunu hiç bir zaman unutmamışlarsa, artık bu zenginliğin hayrını görmüşler, bu zenginlik onlara her türlü hayrın kapısını açmıştır. Böylesi servet sahipleri kendilerine verilen mal ve mülkü Allah’ın razı olduğu yerlere sarf etmişler, şükrünü eda etmişler ve özellikle olmayanlara vermişler, fakirleri ve yoksulları unutmamışlar, böylece içerisinde yaşadıkları toplumları huzur ve sükûnete kavuşturmuşlar, kendileri de dünyanın ve ahiretin saadetini elde etmişlerdir.
Fakat insanlar ne zaman ki kendilerine verilen zenginlik hususunda kerameti kendilerinde gördüler, ne zamanki sahip oldukları servetlerin Allah’ın bir imtihanı olduğunu unuttular veya hatırlarına hiç getirmediler ve bu servetlerinin kendilerini ölümsüzleştirdiğini zannettiler, işte o zaman toplumların şirazesi koptu, toplumların dengesi altüst oldu, kardeşlik üzerine bina edilen her türlü duygular temelden yıkıldı, insanlar arasında düşmanlıklar oluştu, birbirlerinin kanlarını döktüler, birbirlerinin kanlarını emdiler, kısacası yeryüzü fesada uğradı.
İnsanoğluna emanet olarak verilen dünya malının ve servetinin doğru veya yanlış kullanımının neticeleri tarih boyunca hep böyle olduğu gibi, bugün de aynı şekilde cereyan etmekte, yarın da aynı şekilde sürüp gidecektir; zira bu Allah Teala’nın bir kanunudur.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.