Zindan’dan baba yüreğine bir dokunuş 1
“Ey iman edenler! Allah ve peygamber, sizi, hayat verecek bir şeye çağırdığı zaman icabet edin.” (Enfal: 24)
“Ey iman edenler! Allah ve peygamber, sizi, hayat verecek bir şeye çağırdığı zaman icabet edin.” (Enfal: 24)
Yakaza bir yıldızın şeb-i yeldasındayım şimdi. Alabildiğine âzad bir dünya.. ben ise, kendi zidanımda Yusuf kadar masumum. Ve işte, sınama ğubarında “izibtela” kadar keskin ğaslın şartlarına vurgun mücrim bir Halilim, bazen de âşüfte bir günün ortasında gömleğimi sırtımdayken yırttılar baba! O zaman, soylu ve asil bir kırılgan duruşuyla ben de, arkadan yırtılmış gömleğimle, şu daracık yerin sabır taşı Maltalarında kimbilir, belki de yıllarca inad voltalar adımlarım Yusufça, Saidce… Zekeriyya kadar pâk, Yusuf katar maznun olurum bugün.
Buralarda daha ne kadar kalacağız bilmem, ama nicedir seninle konuşmak için böyle fersude bir zaman ve de bir fırsat arar dururdum. Hasret tam bir firak olmadan, hazır imkan bulmuşken, son bir kez daha sorayım dedim. Çünkü baba Rahmani ümidler ve Ahmed’in muştusu bir yana bu günün zamanı kötü bir adam kadar âsi ve bedbaht olmuş. Ama sen beni bilirsin. Kötülere karşı daima bir isyanı yüklenmişimdir. Ve ben hala gençliğimin savurgan yıllarından kalma işkilli bir nedametle uğraşıyorum. Asil; daha da asil olacak bir duruş için.
Onun için, Bekke kucağında süte tutkun bir İsmail kadar nazik ve sütten düşerken ki telaş ve stresini bir de isyanını taşıyorum. Doğrusunu istersen şimdi daha çok kırılgan, daha küskün biraz da öfkeliyim o yıllara. Ama ne edersin baba; firağına sürgün yaşayan bir ömür, gönül vuslatına bir lahza kadar pahalı ve nazlı şimdi: Ve Süleyman’ın göz açıp kapaması kadar cevher dolu, Hızır dolu.. geriye dönüp bakıyorum: çocukluğumuz da gitmiş, gençliğimizde geri gelmez ğayrı.. Tıpkı yatağına bir aslan kadar düşkün fıratın haşin ama tarih kokan sulanı gibi.. Gidip de bir türlü dönemeyen rahmetli dedem gibi…
Sıra dışı mektubuma hüzün taşlarını döşerken “Ey baba!” diyorum: Ey “Ana-babaya iyilik edin.. Onlara öf bile demeyin.. Onları azarlamayın...” hitabındaki tam nurun falqası olan babam! Bu günün kötü zamanı bahtıma olacak ki iyi vaktin hakili olmuş. Ve şimdi Sen, Eyyub kadar sevdiğim derdime ortaksın diye söylüyorum: “İyi” adına ne varsa baba, “Doğru”, doğru olarak ne biliyorsan meş’um bir zindan mazgalına Mehdi’yi muntazır sbir ordu olmuş. Bu nedenle ben hüznümü ve sevincimi bukağılara sardım, sabrımı kelepçelere bir de zincirlere kuşandım. Görüş günlerimi şehid haberlerine ve muhacirlere adadım. Oturup ağladım baba.kendime, Kudüs’e, Resul’ün ayak izlerine ağladım…
Gerçeği o ki; âzaldığım için Aziz’in göreceği rüya ve “…Daha nice yıllar zindanda kaldı…” hitabı o kadar ilgili kılmıyor beni artık. Böylelikle özü İslam’ı olan bir gayeyi zindanıma daha rahat daha muhkem kumuş olurum. Artık hazangâhıma düşen her bir yaprağa içlendiğim kadar, havarda kasırgalara çarpan her çocuk ve her kadın ve her ihtiyaç için daha içten içlenebilirim belki… böyleyken koca tanklara ve bilmem ne marka namlulara minik elleriyle taş atan Gazeli Sulhaddin’i görünce umud dolarım, şükür ve tesbih dolarım. Ve sonra kahır dolarım baba, izbandut gibi adamların zulme karşı ilgisiz tutumlarını gözlerimle görünce.
Sonra, baba sıcaklığına hasret bir çift göz ararım. Sadakaya duran tebessüm, secde kokan alın ve munis bir kucak araram ki benden sonar Hüseyn’imi sarsın diye, ve ayrılık kokan o titrek sesiyle “Anne! Babamı nereye götürüyorlar?” demesin diye, ağlamasın, babasızlık hissetmesin diye arkamda….sonra Çeçenistan’da küük Şamil’i görürüm, gözlerinin önünde babası infaz edilirken, Cezayir’in Abdülkadirini, Mısırın Seyyidini, Keşmirin Ahmedini ve bizim Yusuf’u…görürüm. Hepsinin masum simasında aynı çığılık vardır: “Anne! Babamı nereye götürüyorlar?” ya da : “Anne babam ne zaman dönecek?” veya da güneş olmaya çalışırken küfrün öfkesinden uykularımızı delen kör bir kurşunla en sevdiklerinin infazını seyretmişlerdir.
Ve bu hale bütün yoğunluğuyla ve bütün kabalığıyla zayıf yüreğimize vurup durmaktadır. Ömrüne akd olsun ki baba, dünya acı olmaya başlıyor, yaprak yaprak toprağa düşen azizlerin ardından…ve ben Meryem’in iffeti kadar, Yahya’nın kanı kadar mazlumiyet ve mahrumiyet dolarım.
Şimdi sana mı sorayım kendime mi? “Nerede o gözü pek Mücahidlerin divanda durduğu, rüku ve secde ettiği vakitler! Nerede Musa’nın Yuşas’ı ve bizim Hızırımız! Nerede Lokman-ı Hekim! Sözlerinden Dar’ül Erkam yurduna vahiy süzülen, kanun dışı oturmuş dostlar üzerine dökülmüş inciler! Nerede Hira ve Cebrail! Nerede Resul! Bir melek fıtratında, bizden, bizim içimizden! Nerede Mekke sokaklarındaki yasaklı günler! Şirkin hafiyelerinin gözlerine sokulan imanlı parmaklar, işkenceli, acıklı, ve kahır dolu anlar! Ve nerede ihlas dolu, huşu, takva, ibadet…. Kokulu gizemli geceler! Sonra muhacir yolların İbrahim’ce yuttuğu saatler, Bedir vadisine takva dolu nefesleriyle akın eden Mü’minler, Hamza dolu, şüheda dolu ve iman dolu vakitler nerede!...
Ey şu dar-ı imtihanda bıçağına İsmail, hasretine Yusuf, üzüntüsüne İbrahim olduğum ve biraz da büyük derdimin müsebbibi olan babam! Vakit bulmuşken konuşalım… Çünkü elim elinde, gözüm gözünde, beyt’in içinde ve ben küçük yüreğimle kalbinin kucağına otururken; dana önce seninle Eyyubi derdimi konuşmak, seni bu derdime şerik yapmak ve sana yolculuğumda arkadaş olmak için bütün sızlamalarım ve yakarışlarıma rağmen ne yazık ki böyle bir zamanı sana alacak kadar altınlarımız ve gümüşlerimiz olmamıştı hiç. Güneş şavkıyla önümüzü, Tur-i Sina ateşiyle kucağımızı ve çocuklarımızı ısıtmamıştık hiç. Dağın sağ cenahında ağaca yakın yerde “…Arkasına bakmadan kaçan…” ve “…Dağa bakamadan bayılan” adama yakın olduğu kadar bize yakın bir sesi duymamıştık hiç. O zamanlar.. Evet, o zamanlar, kentin en yoksul satan semtleri ve kaldırımları ve ırgat yüklü sokakları bize düşmüştü çünkü…
Böyle sürüp giderken seninle her göz göze gelişimde hissediyordum ki; İbrahim’in kelimeleri kadar ağır ve ibtila dolu günler bizi bekliyordur. Yusuf’un kuyusu kadar derin. Mısır’a giden yol kadar uzun, kokusu çirkin köle bazarı kadar sefih, Azizin sarayı kadar mücrim ö daha kötüsü meteliksiz… İşte bu denli fakir düşmüştük baba. Müslüman ve zahidin mevsiminde acı müfsid ve biraz da soytarı bir zamanın fakiri…
Bu fakirliğe bez veya başkalarının neden olmuşluğu, hikmetinden soracaklar için o kadar da mühimsenecek bir olay değildir. Çünkü nede olsa insan, gözüne ve kalbine birde elinin yaptıklarına rehineydi. Ve acı olan şey; insanlar, daha çok acıyı satın alıyorlardı. “ Vemtazul yevme eyyuhel mucrimun…” ( Bugün ayrılınız ey mücrimler! Yasin: 59 ) gerçeğine rağmen, Rabbimiz Allah şöyle buyurdu: “Nihayet oraya vardıkları zaman kulakları, gözleri ve derileri yapmakta oldukları şeyler hakkında onların aleyhine şahidlik ederler…” (Fussilet: 20)
Aslında bizim fakirliğimiz “Öte” kilerin uğruna etlerini sattıkları, gözlerini ve ciğerlerini sattıkları ve daha önemlisi çocuklarını ve kendilerini sattıkları adını ‘para’ koydukları şeye değildi. Yoksulluğumuzun bunlardan olmayışına bir açıdan “iyi, hoş, güzel…”diyebilirdik. Çünkü zaten meftunu olduğumuz “Zaman”, bu gibi şeylerle satın alınamazdı. Bazarımız ve şehrimizdeki çarşıların tabiatı bu gibi şeylerle o kadar aşina değildi. Bütün pervasızlığımızla birlikte günahlardan hâlâ titreyenlerimiz vardı çünkü. İman bütün ölmemişti. Ayrıca “Rızkın helal iktidar ile alınmadığına, belki iftikara binaen verildiğine dair kat’i deliller” vardı. Ve biz bunlara iman etmiştik. Daha başka şeyler de vardı. Fakat mahrem olduğu için hepsini yazmadım. Görüşme nasib olursa belki...
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.